Toplumun hürmet ettiği itibarlı şahsiyetleri karalama çabası, bilhassa çağımızda müzminleşen tipik bir hastalık haline dönüştü.
Tâ yıllar önce, Hz. Mevlânâ’ya olmadık isnatlarda bulunan, o mübarek zâtı iftira çamurlarıyla karalayanlara rastladık. Şimdi aynı hastalık, kendilerine Selefi diyen bazı kimselerden yeniden nüks etmeye başladı.
Aynı şekilde, Üstad Bediüzzaman Hazretlerine yönelik olarak da, şeytanın aklına gelmeyen çeşit çeşit itham ve iftiralar üretildi. Ne yazık ki, halen de üretilmeye devam ediyor.
Kiminin kasten, kiminin de marazî bir takıntı ile dahil olduğu bu karalama kampanyası, zaman zaman incelip kalınlaşarak günümüze kadar geldi. El’an devam ediyor. Ayrıca, kısa vâdede bitecek gibi de görünmüyor. Zira, besbelli ki, bunlar bir takım karanlık mihraklar tarafından da destekleniyordur.
*
Bu hususla alâkalı olarak, okuyucumuzdan da zaman zaman şikâyetler alıyoruz.
Son gelen şikâyetlere göre, aynı karalama kampanyasının içine misal Mehmet Akif, Ömer Nasuhi Bilmen, Süleyman Hilmi Tunahan gibi mübarek zâtlar da dahil ediliyor. Güya, bu şahsiyetlerin bir kısmı Sultan II. Abdulhamid ile iyi geçinememişler veya Cumhuriyet idaresinde şöyle veya böyle hizmet etme rahatına kavuşmuşlar. Vesaire...
*
Öncelikle ifade edelim ki, Sultan Abdulhamid ile iyi geçinmeyen, o padişahla arası iyi olmayan herkese “fenâ” damgası vurulamaz, onlara hakaret edilemez.
Zira, Sultan Abdulhamid, şahsiyeti itibariyle takvalı ve şahsî hayatı itibariyle makbul bir padişah olmasına rağmen, 33 yıl müddetle başında bulunduğu ve tatbik ettiği siyaset, İslâmın ruhuna uygun bir “tarz–ı siyaset” değildir.
Yani, onun uyguladığı, ya da uygulamaya mecbur kaldığı yönetim tarzı, hürriyet ve meşrûtiyetten hayli uzak, aksine istibdat, totaliter ve mutlakıyet tarzıdır.
Daha sonra gelenlerin, diktatörlükte daha fena olmaları, yine de onun “hafif istibdat” siyasetinin mâsumiyetini göstermez.
İşte, mutlakıyet döneminde padişaha muhalif olanları taassubane bir yaklaşımla karalamak doğru olmadığı gibi, İslâmiyetle barışık olmayan Cumhuriyet hükümetleri zamanında dine hizmet etmiş olan şahsiyetleri karalamak da doğru değil.
Zira, hiç kimse dünyaya geliş ve gidiş tarihini tayin etmek durumunda değildir.
Kaldı ki, Müslümanların birbirlerini tenkit etmek ve bazı kusurları olsa bile dine hizmet etmiş itibarlı şahsiyetleri çürütmeye çalışmak gibi bir vazifeleri, bir mükellefiyetleri yok. Üstelik, bu tür işler kimseye sevap da kazandırmıyor. Sadece zihinleri bulandırmaya ve fitneyi körüklemeye yarıyor. O kadar.
*
Bu cümleden olarak, bazı televizyon programlarında özellikle Bediüzzaman Said Nursî’yi hedef alan mâlûm karalama hastalığının, şimdi internete de fazlasıyla yansıtılmaya çalışıldığını görüyoruz.
Mesela, medyatik bir şahıs, yıllar önce “Said Nursî, Risâleleri için ‘Kur’ânın indiği arştan indi’ diyor” şeklinde, iftiralı bir cerbezede bulunmuştu. Ona her türlü kanaldan cevap verildi ve doğru ifadenin böyle olmadığı hatırlatıldığı halde, o yine de bildiğini okumaya devam etti, devam ediyor. Kendisini sahib-i Kur’an’a havale ile bu tür isnatlara karşı Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Birinci Şuâ’daki kısacık bir cevabıyla iktifa edelim:
“Risâletü’n-Nur, sâir telifat gibi ulûm ve fünûndan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan başka mercii yoktur. Telif olduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’âniden ve âyâtının nücûmundan, yıldızlarından iniyor, nüzûl ediyor.”