Savaşın genişlemesi
4 Ekim 1853’te Osmanlı Devleti ile Çarlık Rusyası arasında başlayan Kırım Savaşı, 28 Mart 1854’ten itibaren büsbütün genişlemeye başladı. Bu büyük savaşa Fransız ve İngiliz kuvvetleri de müttefikimiz olarak dahil oldu.
Rus kuvvetlerinin Eflak ile Boğdan’ı işgal etmesi üzerine 26 Eylül 1853’te toplanan Osmanlı (Bâbıâli) Meclisi, Rusya’ya karşı Harb ilân edilmesine karar verdi. Şeyhülislâm’ın fetvâ vermesinin ardından, 4 Ekim’de harb kararı resmen ilân edildi.
Muhtelif noktalarda çatışmalar devam ederken, 30 Kasım günü Sinop açıklarında bir büyük fâcia yaşandı. Buradaki Osmanlı filosu baskına uğradı ve dört bin askerin yarısı şehit düştü.
Rusya’nın burada üstünlük sağlamasından ve Boğazlara hakimiyet kurmasından endişe eden Fransa ile İngiltere harekete geçti. Rusya’nın Eflak ve Boğdan’dan çekilmesi için ültimatom veren bu iki ülke, belirtilen bir aylık sürenin tamamlanmasından sonra (28 Mart 1854), onlar da Rusya’ya harb ilân ederek donanmalarını Osmanlı’nın yardımına gönderdi. 31 Mart’ta Gelibolu’ya varan müttefik donanması, buradan Karadeniz’e geçerek Rusya’nın stratejik limanlarını bombardıman etmeye başladı.
Galip iken mağlup olduk
Çok ağır can ve mal zayiatına sebebiyet veren Kırım Harbi (Osmanlı–Rus Savaşı), yaklaşık 3 yıl (1853-6) devam etti.
Adı "Kırım Harbi" olmasına rağmen, savaş çok geniş bir coğrafyada yaşandı: Karadeniz, Baltık Denizi, Tuna kıyıları, Kırım Yarımadası ve Kafkaslar.
Kırım Savaşı, her ne kadar Osmanlı ve müttefiklerinin (İngiltere, Fransa, Sardinya) galibiyeti ile sonuçlanmış gibi görünüyor olsa da, Avrupa devletlerine borçlanmak zorunda kalan Osmanlı Devleti, savaştan beter bir külfetin altına girmiş oldu.
Savaşların ömrü, en fazla beş–on yıl olur. Osmanlı'nın Kırım Harbi sebebiyle girmiş olduğu iç ve dış borç batağanın külfeti ise, yaklaşık yüz yıl sürdü.
Beş milyon İngiliz altını
Osmanlı Devleti, maddî sıkıntıya girdiği daha evvelki dönemlerde iç borçlanmaya giderek, yahut vergi yükünü artırarak sıkıntıyı telâfi etme cihetine giderdi. Kırım Harbinden dolayı masrafların artması üzerine, Bâbıâli, Osmanlı tarihinde ilk defa olmak üzere dış borçlanmaya (istikraz) mecbur kaldı.
28 Haziran 1855'te Londra'da yapılan bir mukavele ile, Osmanlı hükûmeti, İngiltere ve Fransa'dan beş milyon İngiliz altını borç aldı.
Bu borç, ayrıca yıllık yüzde 4 faiz ile yüzde 1 nisbetinde amortisman bedelinde kabul edildi. Teminat olarak da, merkezî devletin yekûn gelirlerine ilâveten, Mısır harâciyesi ile İzmir ve Suriye gümrüklerinin hasılatı gösterildi.
İşte, 1954'de, yani tam yüz yıl devam eden meşhûr "Düyûn–u Umumiye"nin ilk safhasına bu şekilde girilmiş oldu.
İşin en hazin tarafı da şudur: Mevcut borçların hafifletilmesi bir yana, ileriki zamanlarda ilâve borçlanmalara gidilerek, altından çıkılamayacak kadar ağır bir faturanın teşkiline sebebiyet verildi.
* * *
Evet, 1854–74 yılları arasında 15 ayrı dış borçlanmaya daha gidildi. Bu dönem içinde, yaklaşık 240 milyon lira borçlanıldığı halde, devletin eline ancak 127 milyon lira para geçmiştir.
Aradaki fark "uçurum" şeklinde ifade edilebilir ki, bu derin uçurum yüz sene sonra ancak kapatılabildi.
KISA KISA
1920: Fransız işgal kuvvetlerine karşı sürdürülen “Antep müdafaası”nda, Kilis-Antep yolunu kahramanca kapatmayı başaran Teğmen Şahin (Mehmed Said), giriştiği çarpışma sonucu şehid oldu.
1977: Kanarya Adaları’nda havacılık tarihinin en büyük kazası oldu. Los Rodeos Havalimanında kalkış sırasında çarpışan KLM ve PanAm Havayollarına ait Boeing-747 tipi iki jumbo jette bulunan 574 kişi öldü, 70 kişi yaralı olarak kurtuldu.
Cemil Meriç
Her eser kendi diliyle doğar
Necmeddin Şahiner’in 1980’li yıllarda röportaj yaptığı mütefekkir Cemil Meriç’in “Risâle-i Nur’un lisânı” ile ilgili sorulara vermiş olduğu cevaplar aşağıdaki gibidir.
S: Risâle-i Nur Külliyatının dilini ve üslûbunu nasıl buluyorsunuz?
C: Her eser kendi diliyle doğar. Risâle-i Nur'un dili Kur'anî ve İslâmî bir lisandır. Evveliyetle Kur'anî ve İslâmî kelimeler tercüme edilemez.
Risâle-i Nur imanın dilidir. İman tercüme edilemez. İman, hendese değil ki tercüme edilsin.
Bediüzzaman Said Nursî'nin eserlerini, ancak, Said Nursî kabiliyetinde ve İslâmî kelime hazinesini onun kadar iyi bilen birisi nihayet tevil ve tefsire kalkışabilir. Bunu da ne kadar yapabileceği yaptıktan sonra belli olur.
Risâle-i Nurları tercüme etmek mümkün değildir. Risâle-i Nurları anlamaya çalışmak, ancak bize nasip olabilecek en büyük mükafattır.
Risâle-i Nurun kelimeleri üzerinde oynamak kimsenin hakkı değildir, haddi de değildir.
S: Şark ve Garbtaki eserleri okuyup bilen bir mütefekkir olarak, tedkik ettiğiniz Risâle-i Nurların enteresan veya orijinal bulduğunuz bir cihetini anlatır mısınız?
C: Risâle-i Nur hazinesinin şu ciheti bu ciheti diye bir tefrik yapılamaz.
Müstesna olan Nur eserlerinin bütünüdür. Risâle-i Nur'da üslup ile mânâ tam bir ahenk halindedir. Denizin suyunda tuzla su nasıl kaynamışsa, Nur eserlerinde de mana ile üslup o şekilde kaynaşmıştır.
Bediüzzaman, mükemmel bir hafıza ile bütün kaynakları ezberlemiştir. Bediüzzaman'ın bir kütüphaneye ihtiyacı yoktur. Onun eserleri ilham-ı Rabbãnidir.
S: Risâle-i Nur'un Türk ilinde ve Türk dilinde olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
C: Koca bir devlet kurmuşuz, cihana hükmetmişiz. İslâm dünyasında abilik vazifesi bize düşer. Dünya hakikatı bizden almış, iktibas etmişler. Büyük mesuliyetimiz var.
Risâle-i Nur milletimize Rabbanî bir iltifattır. Risâle-i Nurun bizim ülkemizde çıkması Allah'ın bir nimetidir.
Risâle-i Nurlar haysiyetimizin bir müdafaasıdır. İslâm dünyasında ihraz etmiş bulunduğumuz mevki-i bülendin hakkı olduğunu isbat eden bir hüccettir. Yani, Risâle-i Nur bizim nâmusumuzu kurtarıyor.