ÇEŞNİ Turfanda mevzûlar durur karşıda..Harcamalı, ama hangi çarşıda? Âleme ibretlik işte bir kalem: Haykırsam nereye yetişir na’lem? (M. Y.)
İslâm âlimlerinden biri talebeleriyle Basra kıyısında gezinirken, deniz kenarında birbirlerine öfke içinde bağıranları görmüş. Talebelerine dönüp:
“İnsanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?” diye sormuş.
Talebelerinin bu husustaki anlayışlarını yokladıktan sonra da, kulaklara küpe olacak şu açıklamayı yapmış:
“İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak mecburiyetinde kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları lâzım gelir.”
“Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır. Arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır. Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur? Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar, çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına bile lüzum kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini hakikî olarak seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.”
“Bu sebeple tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine müsaade etmeyin, izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözlerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz. Allah muhafaza buyursun.”
***
Yalanın, yanlışın yaygınlaştığı bir zaman diliminde yaşıyoruz. Hak ve hakikat namına seviyeli ve müsbet hizmetler de ancak kendi mecrasında yol alabiliyor. Farklı kulvarlardaki muhtaç olanlara ulaşılmakta zorlanılıyor, çoğu zaman da kasten yollar kesiliyor. Zaman zaman hakka hizmetin kendi mecrasında yol alınmasına bile tahammül edilemeyip, parmak atılarak karıştırılmak isteniyor.
Bir taraftan da yol tanımazlık, usûlsüzlük, rehbersizlik, başıboşluk, kendini beğenmişlik, nefisperestlik ve ahlâksızlık şirazesinden çıkmış şekliyle her alanda sınırları zorlamaya devam ediyor. Yayıldıkça yayılıyor. Çoğu yalancılık olan siyaset ile siyasetin âleti olan medya da müsbetten ziyade menfiye çanak tutuyor.
Gidişat böyle olunca, en yüksek perdeden bağırarak konuşmak, neredeyse marifetten ve hasletten sayılır olmuş. Hatta liderliğin vazgeçilmez bir özelliği olarak algılanır hale gelmiş. Parti kongrelerinde adaylar; haklılığı ve rakibine üstün gelmeyi, en yüksek perdeden bağırmakta ararlar.
Günümüzde, seslerin alabildiğine yüksekten savrulduğu alanlar olarak; siyaset meydanlarını, kavga ve münakaşa ortamlarını görüyoruz. Parlamentoları, meclis komisyon toplantılarını da bu cümleden olarak zikredebilirsiniz. Hele hele seçim dönemlerindeki “meydan muharebeleri“nde, bağıra bağıra konuşanların, “muharebe“nin sonuna doğru seslerini nasıl kaybettiklerine de şahit olursunuz.
Halbûki, her taraftan konuşmacıya uzatılan mikrofonlar ve her tarafa yerleştirilen hoparlörler, sesin ulaşabildiği yere kadar ulaşmasını zaten sağlıyor. Ayrıca, kanı beynine fışkırtırcasına çehreyi kızartmanın ve boğazını yırtarcasına bağırmanın hiç bir mânası ve hikmeti olmasa gerek.
***
Şimdi biraz da lâtife babından yaşanmış bir hatırayı naklederek, insanın bazen de bağırmaya nasıl zorlandığına bakalım.
Bu hadise, 1967 senesinde Bediüzzaman adına düzenlenen Van Mevlidi sonrasındaki tutuklanmalar ve sorgulanmalar esnasında yaşanmış. İsmi Bağır olan, hac farizasını da yerine getirdiği için Hacı Bağır olarak tanınan, aşiret büyüğü ve dini bütün bir zat da aynı meseleden dolayı sorgulanmış. Hâkim Bey, kendisine adını sormuş, o da “Bağır“ efendim, demiş. Hâkim de bağırarak bir daha sormuş. O yine, “Bağır“ efendim “Bağır, Bağır“ demiş. Hâkim de avazı çıktığı kadar bağırmış. Velhasıl meselenin aslı, yani o zatın adının Bağır olduğu anlaşılıncaya kadar karşılıklı bağrışmalar devam etmiş.