02 Şubat 2013, Cumartesi
İnsan binler çeşit meyve veren mânevî bir Tûbâ ağacı gibidir. Duyguları sayısınca farklı lezzetleri de semere verebilir, elemleri de. Tûbâ dallarına musallat olmuş zakkum sürgünleriyle, esrarengiz derecede değişken bir ağaçtır insanoğlu…
İnsandan hâsıl olan her meyve ehemmiyetlidir. Sırrında gizlenen her bir cevherin, kalbinde doğan her bir mananın, aklında nurlanan her bir hakikatin, ağzından çıkan her bir kelimenin büyük bir kıymeti vardır. Öyle ki hiçbiri israf edilmeyen bu kıymetli hakikatlerden, manalardan, kelimelerden-–izn-i İlâhî ile—sayısız ruhanîler yaratılır. İhlâs ve güzel bir niyetle söylenen her bir mübarek kelime hava sayfasında çoğalır, canlanır ve lezzetli meyveler gibi ruhanîlerin kulaklarına manevî rızık olur.
Tek bir meyve, ağacını tarif ettiği gibi; tek bir cümle de söyleyenini anlatır. Çürük bir ağaçtan olgun bir meyve yetişmeyeceği gibi, zakkum dallarının istilâ ettiği zulmetli bir kalpten, bir akıldan da olgunlaşmış cümleler sadır olmayacaktır. Bazense olgun meyvelerin arasına karışmış çürükler misali, küfür kokusu üzerine sinmiş veya batıl düşüncelerin hipnozuyla bilinçsizce söylenmiş bir kısım sözler düşünce dünyalarına sızıp, cümle kurgularını biçimlendirebilmektedir.
Mutezile, Cebriye, Mürcie, Mücessime gibi dalâlet akımlarının düşüncelerini ateşli bir şekilde savunan grupların günümüz dünyasında olmayışına aldanmamak gerekir. Belki grup olarak yoktur, lâkin bu durum onların batıl düşüncelerinin tamamen yok olduğu manasına da gelmemektedir. Birçok kalpde, zihinde o tür düşüncelere eğilimler vardır. Eğer kalplerin, zihinlerin manevî tomografisi çekilebilse, hangi batıl düşüncelerin manevî hastalıklarıyla muzdarip olunduğu tesbit edilebilecektir.
Bediüzzaman Said Nursî, zihinlerin manevî tomografilerinin çekilmesinin ehemmiyetine yüzyıl önce şöyle dikkat çekmiştir: “Şu fırkalar [Mûtezile, Cebriye, Mürcie, Mücessime gibi], eğer, çendan bir hizip olarak görünmüyor, fakat efkârda tahallül ederek münteşiredir. Herkesin dimağında onların meylettiği mesleğe meyelan bulunabilir. Hatta eğer bir dimağ büyütülse, maânî tecsîm edilir ise, şu firak, sinematografvârî o dimağda temessül ettiği görülecektir. (Münâzarât, s. 32)”
Enaniyet asrındayız. Nefisperestlik, hedonizm, narsisizm gibi birçok enaniyet hastalığının yaygınlaştığı asrımızda ekser dimağlar enaniyetin hegemonyası altındadır. Bunun bir sonucu olsa gerektir ki, “kul kendi fiilinin yaratıcısıdır” fikrini benimseyen—enaniyet kabartıcı—Mutezilî yaklaşımlar günümüz insanları tarafından yadırganmıyor. Belki isteyerek, severek içselleştiriliyor.
Yakın zamanda şahid olduğumuz medyatik üç söz, Mutezilî yaklaşımın zihinlerde ne derece yerleştiğinin ve yaygınlaştığının çarpıcı misâlleridir. Birincisi, Kemalist zihniyetin zihin haritasını sembolize eden “Olmasaydın, olmazdık” sözüdür. İkincisi, Nur Risâlelerini okumuş bir siyasetçinin “Eğer asrın başında Bediüzzaman dinlenseydi, bugün boğuştuğumuz birçok dertle muzdarip olmayacaktık” cümlesidir. Ve üçüncüsü de yine Risale-i Nur eserlerini rehber kabul etmiş bir tarihçi yazarın “Şehzadeler öldürülmeseydi devlet bölünürdü ve Osmanlı İmparatorluğu beş senede çökerdi” tesbitidir.
Bu sözler farklı bağlamlar ve maksatlarda söylenmiş olmakla birlikte, üçünü de buluşturan ortak paydaları vardır. Üç sözün ortak paydası, kader inancı bakımından Ehl-i Sünnetin vasat çizgisinin uzağında Mutezilî bir yaklaşımın etkisinde söylenmiş olmasıdır.
Kader meselesinde Ehl-i Sünnet, sebep ile sonucu birlikte değerlendirir. Hükme varırken de, sebep ile sonucu beraberce dikkate alır. İkisinden biri (sebep veya sonuç) olmadığında, herhangi bir hükme varmaktan içtinap eder. Meselâ, bir silâhla bir kişi öldürüldüğünde “kaderinde silâhla öldürülmek varmış” der. “Eğer silâh ile ateş edilmeseydi, ne olurdu?” diye bir soru vaki olduğunda ise, “Bizce meçhuldür; bilemeyiz” cevabını verir. Çünkü sebebin yokluğu varsayıldığında–kulların acziyetleri ve cehaletleri sebebiyle–kaderden bahsetmenin de tutarsız olduğu bilinir. Ehl-i Sünnete göre kader, sebep ile sonucun birlikte yazıldığı ezelî ilm-i İlâhinin bir nevidir.
Cebriye düşüncesinde sebep ile sonuç için iki farklı kader varsayılır. Sebep ile sonuç ayrıştırıldığı için “Silâhla ateş edilse de, edilmese de ölecekti” diye hükmedilir. Mutezile düşüncesinde ise kaderin inkârı ve insanın cüz’i iradesine yaratıcılık verilmesi söz konusudur. Bu yaklaşımın sonucu olarak “Silâhla ateş edilmeseydi, kesinlikle ölmeyecekti” gibi batıl bir hükme varılır.
İşte, “Olmasaydın, olmazdık”, “… Dinlenseydi… muzdarip olmayacaktık” ve “… Öldürülmeseydi… İmparatorluk… çökerdi” ifadelerinin tamamına, sebeplere “yaratıcılık” tesiri veren ve gerçekleşmeyen bir durum hakkında kesin hükme varabilen Mutezilî yaklaşım nüfuz etmiştir.
Peki, bu üç söz Ehl-i Sünnetin istikametli çizgisi korunarak nasıl söylenebilirdi?
Maksadını aşan ve baştan sona şirk kokan “Olmasaydın, olmazdık” sözünün düzeltilecek bir tarafı yoktur. Diğer iki sözü ise Ehl-i Sünnet çizgisini muhafaza ederek yeniden yorumlamak mümkündür.
Ehl-i Sünnetin kader yorumu benimsenerek ikinci cümle yeniden şöyle kurulabilir. “Eğer asrın başında Bediüzzaman dinlenseydi, bugün boğuştuğumuz birçok dertle muzdarip olmayacaktık” cümlesindeki kesin yargı terk edilir ve “Eğer asrın başında Bediüzzaman dinlenseydi, bugün boğuştuğumuz birçok dertle muzdarip olur muyduk?” gibi bir soru cümlesi tercih edilebilir.
Üçüncü cümle olan “Şehzadeler öldürülmeseydi devlet bölünürdü ve Osmanlı İmparatorluğu beş senede çökerdi” ifadesi ise “–Kim bilir, kesin bilemeyiz, fakat–şehzadeler öldürülmeseydi devlet bölünebilirdi ve Osmanlı İmparatorluğu beş senede çökebilirdi” şeklinde bazı eklemelerle, istikametli çizgiye bir adım yaklaşılabilir. (Bu söz adalet açısından problemlidir. O meselenin tahlili başka bir mevzudur. Bu yazıda yalnız itikadî açıdan ele alınmıştır.)
Hülâsa: Enaniyetin güçlendiği, Mutezilî yaklaşımın bilinçaltına yerleştiği bir asırda Ehl-i Sünnet inancını muhafaza etmek müşkülleşmiştir. Aslında basit bir çabayla ve halis bir niyetle Mutezilî yaklaşımdan uzak kalmak mümkündür. Yukarıdaki cümleler üzerinde yapılan değişimler gibi Ehl-i Sünnet inancını zedeleyen bir yaklaşımı düzeltmek için daha bir duyarlı olmaya ihtiyaç vardır. Bunun en kısa, en selâmetli ve en istikametli yolu ise çağdaş bir Kur’ân tefsiri olan Risale-i Nur’un kader meselelerini içselleştirmektir. Ve de geçmişe dair meselelerde (makduratta, kaderde gerçekleşmiş olanda) sebebin yokluğu varsayıldığında, kesin hüküm bildiren cümlelerden azamî derecede kaçınmaktır.
Olan da, olmayan da, her şey O olduğu için oluyor. O ‘Ol’ demeden hiçbir şey olmuyor. O ‘Ol’ dediğinde olmayan dahi oluyor. Öyle ise, her şeyde olanı değil, olduranı görmek lâzım.
“O (Allah), bir şey irade ettiği (dilediği) zaman O’nun emri, sadece ona:
‘Ol!’ demektir.
O, hemen olur.”
(Yasin, 36/82)
Okunma Sayısı: 5654
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.