"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

“Kelâm-ı beliğ” ve bizim şu cümlelerimiz...

Orhan Ali YILMAZ
21 Mart 2022, Pazartesi
İman edenleri, hem de sâlih amel işleyenleri şununla müjdele ki:

Onlar için, mükâfat olarak, altlarından ırmaklar akan şâhâne Cennetler, bahçeler, hem de bağlar vardır. 

Onlar, orada, her ne zaman bir meyveden rızıklandıklarında, hayretlerinden şöyle derler: 

“İşte, bu tattığımız; nasıl olur, daha önce de yediğimiz bir şeydir!” 

Böylece, onların rızıkları, dünyadakilere benzer şekilde verilmiştir. 

Onlar için, orada ayrıca ‘tertemiz’ eşler de vardır, ve onlar orada ebedî kalacaklardır…” 

(Bakara Sûresi: 25)                                                                                        

Böyle bir ‘tefsîr-i meâl’ hazırlamaya beni teşvik, belki biraz da icbar edip ‘zorlayan’ asıl sebep: Risâle-i Nur’da gördüğüm; Üstâd Hazretleri’nin hemen hemen hiçbir yerde motomot, diğer ifadeyle, birebir meâle ‘yer vermemiş’ olmasıdır. Hem de, hâlihazır kitaplardaki Kur’ân ve Hadîs ve Arapça ibârelere âit verilen meâllerin -çoğunluk itibariyle- Risâle-i Nûr’un dokusundan, kokusundan, üslûbundan ve de havasından epey bir mahrum oluşu, sadece “kuru” bir meâle münhasır kalmasıdır. Hem de, bir dilde ifade edilen bir cümle ya da bir ibâre başka bir dilde ‘aynı şekilde’ ifade edilemez, diye düşünüyorum. Hatta bununla ilgili şöyle mânidâr, mânidâr olduğu kadar esprili bir hâtıram da var. 90’lı yıllar.. İlâhiyat Fakültesi Arapça Hazırlık sınıfındayız. Bir derste, bir parçada, Arapça ‘tebesseme bişefeteyhi’ şeklinde bir ibâre geçmişti. Tercümesi de, kitapta motomot, aynen şu şekilde yapılmıştı: ‘İki dudağı ile güldü.’ Sevgili Hocamız Vecdi Bey, bu tercümeyi işitince, -sonrasında bizi bütün bir sınıf olarak kahkahalarla epey güldüren- o hiç kaybetmediği o espritüel edâsıyla hiç duraksamadan, biraz gülümseme, belki daha ziyade ‘alayla karışık’ bir yüz ifadesi ve de ses tonuyla şu enfes cümleyi sarfetmişti: “İşte, Değerli Arkadaşlar! Bir Türk, böyle bir tercümeye ancak ve de sadece ‘yüzüyle’ güler! Bunun Türkçe’deki karşılığı ‘yüzü güldü’ veya ‘gülümsedi’ demektir..” 

Ezcümle, tercüme, hele de bu edebî bir tercüme ise, asla alelâde/motomot olamaz, olmamalı; muhakkak “tercüme-i mânevî” olmak zorunda. Yoksa “Google Translate” gibi epeyce komik, komik olduğu kadar bir o kadar da gülünç, bazen de bütün bütün anlamsız şu malûm tezâhürâtlar ortaya çıkabiliyor...    

Hem Üstâd’ın, Muhâkemât’ın Unsuru’l-Belagat’taki ifadesinden benim anladığım, her milletin bir zevk-i tabiîsi ve zevk-i millîsi vardır. Birinin zevkine giden bir şey diğerinin zevkine uymaz. O zevki açığa çıkarmak, ona müraât edip dikkate almak Ehl-i Kalem Erbâbı’nın ve Ulemâ-i Nekkâd’ın bir görevidir, diye beyân-ı fikir etsem, haddimi fazlaca tecâvüz etmediğimi düşünürüm..

Hem de, Eğitim Bilimi hassasiyeti ve Pedagojik açıdan, bir şeyin “kalıcı” olmasının sırrı, o şeyin insandaki letâif, hem de duygulara sirâyetinin çokluğu ve de devamlılığı nispetindedir. Nûr’un Büyük Kumandanı Merhûm Zübeyir Gündüzalp Ağabeyimizin dediği gibi, ‘heyecanla öğrendiğimiz şeyleri unutamayız..’ Bunun yanı sıra, Örgün Eğitimin Yaygın Eğitime nispetle daha başarılı ve daha kalıcı oluşu da bu iddiamı destekler niteliktedir sanırım.. 

Üstad Hazretleri, yine Muhâkemât’ında, ‘Kelâm-ı Beliği’ târif ederken, “Kelâm-ı Beliğ, ilim denilen çömleklerde pişirilen; ve hikmet denilen büyük küplerde duran; ve fehim denilen süzgeçle süzülen âb-ı hayat gibi bir mânâyı, zürefâ denilen sâkîler döndürüp efkâr içer; esrârda temeşşî etmekle hissiyâtı ihtizâza getiren kelâmdır...” demekle ‘güzel ifâde sanatını’ ve ‘olması gerekeni’ en güzel bir şekilde ortaya koymuştur kanaâtindeyim.. 

Bu cümlede, ‘kısaca’ şu hususlara dikkat çekilmiştir sanırım: 

-Yazılan şeylerin zanna, tahmine değil, ilme, kesin bir bilgiye istinat etmesi. 

-Kime, ne zaman, nerede ve ne için söyleneceğinin iyice bir tespit edilmesi. 

-Muhatabın anlayış ve de kavrayış seviyesinin nazar-ı dikkate ehemmiyetle alınması. Çünkü meşhur şu sözde denildiği gibi: “Siz ne kadar anlatırsanız anlatın, sizin anlattıklarınız, ancak karşıdakinin anladığı kadardır...” 

-İfadeye, muhakkak ‘duygu’ zerâfetinin, zenginliğinin katılması, söylenenlerin kuruluktan, kurumaktan kurtarılmış olması. Böylece, içerlere sokularak, insanın derûnundaki o ‘gizli’ sırlara dokunarak, neşv ü nema verip onları açığa çıkararak, hem de heyecana getirerek, muhatabın his/tahassüs noktasında, akılla beraber mânâyı kabûle ve hazma hazır hâle getirilmesi.   

  Güzel şeylerin “taklidinin”de güzel olduğunu, insandan, öyle çok fazla bir şey alıp götürmeyeceğini, hele de bu insan, kendi üslûbunu henüz yakalamamışsa, henüz onunla insibağ edip, henüz onunla boyanmamışsa, bu, daha bir önem arz etmektedir diye düşünsem, bu şekilde ihsâs-ı rey edip kanaât belirtsem, -bilmem siz ne dersiniz ama- açıkçası, ben kendimce çok da isabetsiz olduğumu düşünmüyorum.. 

Hem, benim “sanat”tan anladığım, belki, eğer varsa, ki -bilmiyorum- “sanat anlayışım” şudur: 

 Sanat iddiâsı olmadan, iddiâyı sanat yapmak.. 

 Delili müddeânın içinde görmek, gösterebilmek…

Okunma Sayısı: 1642
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı