Kâinatın Efendisi Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın (asm) dünyaya teşrif edişlerinin milâdî sene-i devriyesini idrak ediyoruz. Hicrî tarihle Rebiülevvel ayının 12’sinde doğmuş olan Peygamberimizin (asm) doğum günü, milâdî tarihle de 20 Nisan’a tekâbül etmektedir. Peygamberimiz (asm), bütün İslâm âleminde 12 Rebiülevvel’de yâd edilirken, bizde bundan birkaç sene önce, milâdi tarihte de yâd edilmeye başlanmıştır. (Bununla alâkalı bir yazıyı geçtiğimiz hafta yazmıştık.)
Bugün ve hafta ile alâkalı gerek gazetemizde olsun, gerek başka yerlerde, bir çok güzel faaliyetlerle Peygamber (asm) yâd ediliyor. Bizim bu yazıda bahsetmek istediğimiz; Cenâb-ı Hakk’ın kendisine en yüksek mertebede muhatab kabul ettiği o yüce Peygamber’in (asm), ona has sıfatlarla tavsif edilmesidir. Ki, bunların başında da, başlıkta yazdığımız cümle gelmektedir. Bu unvan, sadece Peygamberimize (asm) mahsustur. Diğer bütün Peygamberlerin isimleri tek olarak zikredildiğinde, onlara “aleyhisselâm (as)” denirken, Peygamberimize (asm) “Aleyhissalâtü vesselâm (asm)” denilir. Bu iki cümlenin lügat mânâsı da kısaca şöyledir: Aleyhisselâm, “Allah’ın selâmı onun üzerine olsun”. Aleyhissalâtü vesselâm ise, “Allah’ın salât-ü selâmı onun üzerine olsun” demektir. Peygamber Efendimize (asm) has olan bu “salât ve selâm” cümlesi, bize âyet-i kerime ile bildirilmiştir. Genelde Nur Talebelerinin namaz tesbihatında ve Cuma günleri de imamların hutbede okuduğu bu âyet, Ahzâb Sûresi’nin 56. âyetidir: “İnnallâhe ve melâiketehû yusallûne ale’n-nebiyyi, yâ eyyühellezîne âmenû sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ.” İşte Peygamberimize (asm), bahsettiğimiz şekilde salât-ü selâm getirilmesi bu âyette emredilmiştir. Meâli de şudur: “Muhakkak ki, Peygambere Allah rahmet eder, melekler de duâ eder. Ey iman edenler, siz de ona teslimiyetle salât ve selâm getirin.”
İşte bu özelliğe dikkat etmeyen bazı kardeşlerimiz, diğer Peygamberlerin ismi zikredildiğinde söylenen “Aleyhisselâm” kelimesiyle Peygamberimizi (asm) yâd ediyorlar. Tabiî noksan kalmış oluyor. Bir keresinde, mahallemizde bulunan ve merkezî vaazın da yapıldığı camiden vaaz eden bir iki hoca efendi de kürsüden bu şekilde hitap etmişlerdi, kendilerine bunu hatırlattığımda “Doğru söylüyorsunuz, aslında Ahzab Sûresi’nde bu var” diye tasdik etmişlerdi.
Yani herkes kendine has özelliği ile, unvânı ile bilinir. Peygamberimizin (asm) vasfedildiği sıfatları, tamlamaları bize en güzel bir şekilde öğreten de Bediüzzaman Said Nursî Hazretleridir. Meselâ, “Muhammed-î Arabî (asm)”ı bir tek ondan duyup, risâlelerde, hassaten de “Mu’cizât-ı Ahmediye (asm)” risâlesi olan 19. Mektub’da okumuşuzdur.
“Allahümme salli alâ seyyidina Muhammed” şeklinde bilinen ve çokça okunan cümleye de “salâvat” denir. Bunun elbette daha uzun ve ayrıntılı şekilleri de vardır. Salâvatla alâkalı hadis-i şerifler de vardır. Meselâ, bir tanesi şöyledir: “Asıl cimri, yanında ismim söylendiğinde, bana salâvat getirmeyendir.”
Evet, onu çokça hatırlayıp, sayısız salât ve selâm getirmeliyiz. Onu yâd edip, şefaatine mazhar olmalıyız. Burada da yine, Üstadımızın bize tesbihatta bildirdiği salâvatlar güzel bir örnektir. Allahümme salli alâ seyyidina Muhammedin ve alâ âli seyyidina Muhammed!