Evet netice itibariyle bizlerin ehl-i imanın ekseriyetle dile getirdikleri özellikle ders, sohbet ortamlarında dile getirmeye çalıştıkları bir hakikat tecelli etti: “Beşer zulmeder, kader adalet eder...”
Bizi tahkike ve düşünmeye sevk edecek, yönlendirecek bizim düşünmemiz ve akıl etmemiz lâzım gelen konu, tema ise: Hangi ameller, haller ve ahvalimizle kadere kendimize bu fetvayı verdirmiş olmamızdır...
Herzaman anlatmaya çalıştığımız iki önemli konu öne çıkıyor. Birincisi iman, inanç, itikat zaafiyeti... İkincisi ise amelde, dinî, İlâhî emirleri yerine getirmekteki ihmallerimiz, gafletimiz, vurdumduymazlığımız ve çok bilmiş ukelalı hal ve etvarımız / tavırlarımızdır...
Bir millet düşününüz ki kendi kendini idam eder gibi devamlı milletine dinsizliği aşılıyor. Başkalarının eliyle de olsa dinsizlik ideolojilerini devamlı destekliyor, alkışlıyor ve sahip çıkıyor. Sonra da dönüp kendi elleriyle ekip büyüttükleri bu fikirlerden medet bekliyor. Millet olarak ecdaddan, tarihten her türlü toplumsal yaşayıştan, ahlâkî kurallardan ve özellikle dinden ve dinin topyekûn bütün kaidelerinden eskiden zorla ve hile ile zamanımızda ise isteyerek ve severek uzaklaştırıldık. Kendi ellerimizle, hallerimizle ve başımıza her zaman belâ ettiğimiz çatallı dillerimizle...
Evet din adına her şey, her hüküm va’z edilmiş ve ortada iken; millet olarak belâ ve musîbetlere, din adına ikaz edicilere çok çok muhatap olmamızın sebeplerinin başında; yine kendi eksik, noksan, zaif ve yanlış anlaşılarak yapılmaya çalıştığımız amellerimiz gelmektedir. Kaderden bizlere atılan küçük ikaz taşlarına dikkat etmememiz, bakmamamız, kulak asmamamız... Kader canibinden gelen büyük taşlara muhatap olmamıza sebep oldu...
Can ve mal, dünyanın tatlı lezzetleri, zevkleri ve hayatı... Hayatımızda o kadar fazla yer almış ki dine, dinî duygulara, dinî inançlara hiç mi hiç yer kalmamış...
Yine kendi ellerimizle sebep olacağımız kurtuluş, felâh çarelerine bakabilmeliyiz ve dünya sevdasını, zevk-ü sefasını; dinsizliğin ve sefahatin bütün argümanlarını geride bırakarak Allah’a dönmeliyiz... Yüzümüzü O’na çevirmeliyiz. O’nun istediği tarz ve şekilde ubudiyette/kullukta bulunabilmeliyiz... Dini her halimizde ahvalimizde, bilfiil yaşayabilmeliyiz...
Bütün bu olanlara ve halimize bakarak kendimize yeni yepyeni bir sayfa açabilmeliyiz... Yeni sayfanın adı: İman, itikad, Kur’ân, İslâmiyet... İnanmak ve yaşamak olmalıdır. Hani Bediüzzaman’ın söylediği: “İmanımızı kurtarmak veya kaybetmek dâvâsı...”na yeni bir aşkla, şevkle, ümitle, gayret, istek ve çalışmayla dönebilmeyiz...
Belki biraz ihlâsı kaçmış bir şekilde mecburiyetle de olsa, imanî, Kur’ânî, İslâmî bilgileri öğrenmek için okumaya, okutmaya ve bu bilgileri elde edebilmeye dönebilmeliyiz... İlâhî canibden bu en faydalı okuma programı için bol ve uzunca bir zaman bile ihsan edildi... Bu fırsatı faydalı bir halde değerlendirebilmeliyiz...
Okunacak imanî eserlerin başında Risale-i Nur Külliyatı maşaallah kütüphanelerimizi süslemiş vaziyette duruyor... Bize düşen bu eserleri dikkatli ve devamlı bir şekilde okuyabilmektir... Okuyamasak da dinleyelim... Maşaallah onlarca dijital ortamda sesli ve görüntülü dersler, sohbetler mevcut... Elhamdülillah.
İşte ölüm korkusunun ilâcı... İşte dünyevî ve uhrevî her derdimizin devası... İşte her türlü belâ, musîbet ve sıkıntılardan kurtulmamızın çaresi... Biraz tembelliğimizi atarak ve gaflet perdelerini aralayarak muvaffak olabilmemiz şimdilerde çok kolay... Haydin kurtuluşa, haydin felâha.... Haydin imanî, Kur’ânî, İslâmî eserleri dikkatli ve devamlı bir şekilde okumaya...