Bir kovalamaca içinde geçiyor hayat.
Günlerin hızına yetişilmiyor. Aylar, akıp giden trende vagonlar gibi seri. Bırakın saniyeleri dakikaları, saatlerin günlerin bile hükmü yok artık.
Bu hız içerisinde de atılması gereken adımlar bile gereksiz görülüyor.
‘Olsa ne olacak, olmasa ne olacak’ genel bir kaide gibi duruyor. Yazık!
Eli kolu bağlı ve geçen zamanı izlemek ne kadar acı bir görüntü.
Yeşilliğe bağlanmış ‘otla’ denen mahlûk gibi, kahredici bir durum bu.
İnsanî değil bu yorumlar.
‘Hayatın akıp giden hızını aş’ diye akıl verilmiş insana.
Koşmadan, emek sarf etmeden yenilgiyi kabul etmek olmaz.
Başını gökyüzüne çevirip güneşle konuşan insanlar var.
Kimi, ‘geçmiyor günler’ diye kimi ‘hızlı geçiyor’ diye şikâyetçi.
Burada sanırım geçen zaman değil mesele, ona yüklenen anlam.
Oysa zaman herkese bir zamandır. Saatler, dakikalar ve saniyeler herkes için geçerli. O tünelden herkes geçiyor, oradan geçerken ki ruh hali zamanın geçip geçmemesini belirliyor.
Sıkıntı dediğiniz şey, içte oluşan bir iklim.
Senaryoyu siz yazdıysanız, oyuncu sizseniz şikâyete hacet yok.
Sanatçı doğulmuyor, hücum eden unsurlara karşı oluşturulan mukavemet sanatkârı netice veriyor.
Yaşamak sanatı, şartların, imkânların yardımlaşması.
Çare aramaktan ziyade acizlik sergilemek insana yakışmıyor.
Yaşamak, size sunulanlarla sizin onları karşılama biçiminiz değil midir?