"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Muhakkak ki Allah’ın hizbi olanlar gâliptir

Şemseddin ÇAKIR
17 Nisan 2020, Cuma

Bu başlık da yine, bir âyeti kerimenin mealidir. 
(Maide 56)

Bizim için mühim olan bu itikadımızı en doğru şekilde anlayıp, yorumlamak ve uygulamaktır. Gayret bizden nusret Rabbimizdendir.

Önce bir ayrıntıya dikkat çekeyim:

Kur’ân-ı Kerîm’de “inne Hizballah” diye geçen (Allah’a tabi olmak) anlamındaki bu terkib, günlük hayatımızda “Hizbullah” şeklinde kullanılmaktadır. Bunun  sebebi, Arap gramerini bilenlerce malûmudur ki, Arapça’da “Huruf-u nasıba” yani başına geldiği isimlerin sonunu nasbeden (üstün okutan) harfler vardır, işte hizbin başındaki “inne” bunlardan olduğundan “hizb’ü” “hizbe” okutmuştur. Fakat biz normal veya günlük konuşmalarımız da “inne”‘yi kullanmadığımız için kısaca bir başka kaide olan izâfet terkibi gereğince “Hizbullah” olarak ifâde ediyoruz.

Şimdi gelelim sadede:

Bu “hizbullah” tabiri aslında Kur’ân-ı Kerîm’de müsbet anlamda geçtiğine göre çok mübârek, güzel ve ideal bir manayı ifade ettiği izah ve takdirden varestedir. Fakat günümüzde bir çok mukaddesler siyasî ve ideolojik maksatlara feda edildiği gibi, bu tabir dahi edilmek istenmiştir. Meselâ: Lübnan’da Hizbullah diye bir örgüt var, ne derece bu isme lâyıktır, değildir incelemek lâzım. Bir ara bizde de, en feci katliâmlar yapan bir terör grubu bu ismi alet etmeye çalışmıştı ve Bediüzzaman’ın ifâdesiyle “İsmin müsemmayı değiştirmediği” anlaşıldı. O halde bizim isme değil esasa ve akıbete bakmamız lâzım olduğu daha iyi anlaşılmış oldu.

Peki meselenin aslı nedir ve gerçek “Hizbullah” kimler olabilir?

Tanım olarak Hizbullah: “Cenab-ı Allah’ı, Resûlü’nü (asm) ve mü’minleri dost (veli) kabul edinenlerdir” ki, bu aynı zamanda galibiyetin de şartıdır. Yani oradaki galibiyet şarta mütealliktir. Yani mü’min de; zaten herşeyden önce ve herşeyden fazla Allah’ı sevendir. Demek meseleyi bu çerçevede ele alıp bu zâviyeden değerlendirmek lâzımdır, yoksa en asil duygular, ideoloji ve hamasete feda edilmiş olur ki, İslâm’a bundan büyük cinayet de olmaz. 

Demek bu mübarek terimin içi bazı mukaddeslerimizde olduğu gibi derin mihraklarca boşaltılarak maksadlarına âlet edilmek iştenmiş ve Kur’ânla taban tabana zıt icraat ve katliâmlara alet edilmeye çalışılmıştır. Bediüzzaman’ın “medâr-ı iftiharım olan mehasinim şimdi suç addediliyor, ben dahi şaştım” dediği gibi. Mesele; demek gayretullaha dokunacak boyutlara ulaşmış ki, belki bugün ki musîbetlerin sebebi dahi olabilir. Âdeta bu mihraklarca İslâm isim ve resimden ibaret hâle getirilmiştir. Mücedditlerin görevi de zaten marjinalleşen İslâm anlayışını yeniden orijinalleştirmektir. 

Bediüzzaman’ın yaptığı da budur. Çünkü Üstad Hak ve muharref dinleri şöyle değerlendirir: Yahudilik ve Hıristiyanlığı süte ve yoğurda, İslâmı da onların hepsinin hülâsası ve en üstün kısmı olan yağa benzetir. Malûm süt ve yoğurt bozulsa yine yenir, fakat yağ bozuldu mu adamı zehirler, çünkü; âli şeylerin bozulması adî olur, sakın ha Müslüman bozulmamalı diye ehl-i iman ve vicdanı uyarmıştır. 

Bugün dünyanın şeytânî ideolojileri işte Müslümanı böyle bozmaya çalışıyorlar. İnsanlığa bundan daha büyük kötülük ve anarşi olamaz, çünkü insanlığın gidecek başka kapısı yoktur!

Bu deyimin anlamını ifade eden diğer bir tâbir de “Hizb’ul Kur’ân’dır” yani, Kur’ân’a uyanlardır. Kur’ân, Allah (cc) kelâmı olduğun’a göre “Hizb’ul Kur’ân” olmayan “Hizbullah” da olamaz. 

O halde bakalım gerçek “Hizb’ül Kur’ân” ve “Hizbullah” kimmiş?  

18. Âyet: “Şüphesiz Allah’a tabi olan topluluk gerçek gâliplerin tâ kendisidir.” (Mâide 56)

“Bu âyet meâliyle Hizbullah’ın zâhiri mağlûbiyetinden gelen me’yusiyeti izâle için kudsî bir teselli verir ve Hizbullah olan hizb-i Kur’ân’ın hakikatte ve akıbete galebesini haber verir. Ve bu asırda hizb-i Kur’ân’ın hadsiz efrâdından Resâil’in Nur şâkirtleri tezahür ettiklerinden bu âyetin küllî manasında hususî dahil olmalarına bir emâre olarak makâm-ı cifrisi olan bin üçyüz elli adedi ile Resâil’in Nur şâkirtlerlerinin zâhiri mağlûbiyetleri ve bir sene sonra mahpusiyetleri içinde manevî galebeleri ve metânetleri ve haklarında yapılan müthiş imha planını akim bırakan ihlâsları ve kuvve-i maneviyeleri tezâhür etmesinin Rumî tarihi olan bin üçyüz elli ve elli bir ve elli iki adedine tam tamına tevâfuku elbette şefkatkârâne, teselliyettârâne bir remz-i Kur’ânîdir.” (Birinci Şuâ s. 1083) 

Böylece meseleye günlük siyaset değil, Kur’ân perspektifinden bakarak Kur’ân’ın cifri ile işaret ettiği taife ancak gerçek “Hizbullah” olabileceğini anlıyoruz. Allâm’ül Guyub’un ilminde bunların hepsi mevcuddur. Mesele “nefs-ül emr’e” mutabakattır. Onu da anlamanın yolu işârât-ül Kur’ânîyedir.

Bu hizbin veya hadis-i şerifte işaret edilen, bu anlama gelen o “Tâife”nin hakkını müdafaa, haysiyetini korumak ve farkını belirtmek hususunda gerekeni yapmak dahi günümüzün en önemli cihadlarındandır. Yani net olarak anlamalıyız ki o “hizb” ve “tâife” Risâle-i Nur Cemaati ve Talebeleridir. 

Demek Nurculuk adına hareket eden herkes bu sorumluluğun bilincinde olarak yaşamalı ve biz bir asır civarında Risale-i Nur bu milletin mukadderatında söz sahibidir, kimsenin burnunu kanatmamış, Allah rızasından başka hiçbir maksada alet edilememiştir. Bunun için bizde ferdî değil, tevâtüri (yani meşveret) olarak bu dâvânın azamet ve ulviyetine göre davranmalıyız, yoksa hem dünyada, hem ukbada neticeye katlanmak mecburiyetinde kalırız ve indallah da herkesten daha sorumlu duruma düşülebilir.

Bir fert şahsı adına şecaat arz edip fedâkarlık da yapabilir, fakat cemaat adına yapamaz. Çünkü nefsin hâkimiyetinin dışında da öyle hâkim cereyanlar vardır, ki ister istemez âlet olabilir, zira onlar bu uğurda her şeyini feda etmiş ve her yolu meşrû gören bir “hizb’üş şeytan” olmuşlardır. 

Meselâ: İngiliz siyaseti misalidir o; kiminin hırs-ı intikamını, kiminin hırs-ı câhını, kiminin tamahını, kiminin humkunu, kiminin dinsizliğini, hatta en garibi kiminin de, taassubunu (dindarlığını) işletip siyasetine vasıta ediyor. Demek böyle bir zamanda bir şahıs dahi hatta yüz dahi derecesinde de olsa cemaate karşı mağlûp düşer.  Onun için yol ikidir ya deccalın, ya da Mehdi’nin şahs-ı manevîsi.

Demek ki bu mücâdelede ancak şahs-ı manevîsi olan kazanır.

Okunma Sayısı: 3885
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı