İnşallah kardeşlerimiz, başlığımızı yanlış anlamazlar.
Her çetrefilli ve problemli meselede yolumuzun “Kemalizm’in mutlak istibdadına” çıkacağından kimsenin şüphesi olmasın. Dinî Cemaatlerimizin çıkmazlarını ve meselelerini tahlil ederken de, karşımıza Kemalizm çıkıyor. Yeni Meclis-i Mebusan’ın Kemalizm’ce kapatılmasından sonra, yani Ankara’daki Millet Meclisi’nin dağıtılarak tayin suretiyle ikinci meclisin teşkilinden itibaren dine, hürriyetlere ve temel haklara yapılan saldırılar ve getirilen kısıtlamalar, bin seneden beri İslâm vatanı olan Anadolu’yu fevkalâde sarsacaktı. Hülâgu’nun Harran’da, Basra, Musul ve Bağdat’ta yaptığı mezalimi arattırmayan bu dönemde Müslümanların maruz kaldıkları mağduriyetleri nazarda tutmadığımız takdirde, Türkiye Müslüman Dinî Cemaatleri’ndeki değişimi, gelişimi ve meselelerini halletmede başvurdukları usûllerin mahiyetini anlayamayız. Arşiv ve tarihî belgelerini, alfabe değişikliğini bahane ederek Bulgarlara hurda fiyatıyla satacak kadar şiddetlenmiş bir din düşmanlığını, insanlık bir başka coğrafyada yaşamış mıydı acaba?
Komünizmin bir Osmanlı versiyonu olan Kemalizm’in husûmeti Anadolu’da yalnızca İslâm’a değildi, bütün dinlereydi. Fakat Batı, Lozan ile Türkiye azınlıklarının temel hak ve hürriyetlerini, emvallerini ve sosyal müesseselerini koruma altına almıştı. Bu ayrıcalığı gören Müslümanlar da, elbette “azınlıklara” özeneceklerdi. Müslümanların cenazeleri imamsızlıktan kokuşurken, Heybeliada Ruhban Okulu, Ortodokslara din adamı yetiştiriyordu. Buna Mardin, Antakya, İzmir ve diğer şehirlerdeki azınlıkları da ilâve edebiliriz. Müslümanların Lozan’ın bu aralığından istifade edeceklerini düşünen Kemalistler, 12 Mart Muhtırasıyla birlikte kılıçlarını hem Heybeli’ye ve hem de Demokratların açtıkları imam hatiplere birlikte indireceklerdi. Tıpkı Bolşeviklerin yaptıkları gibi… Sonra, dehşetli ve derin nifaklarla inşa edilmiş 12 Eylül ile “dindar Özal” vitrine yerleştirilerek tam kırk sene devam edecek tahribat, istibdat ve dejenerasyonların (sefahatle ifsadın) düğmesine basacaklardı. Dinî cemaatlerimizin kendilerini en çok sigaya çekmeleri gereken bu dönemdeki rüşvetler üzerinde durmayacağım. Korku ve rüşvetle bu dönemde meydana getirilmiş dehşetli tahribatlara sebep olan cinayetlerin failleri ve dosyaları, zaten Mahkeme-i Kübra’ya aktarıldılar. Bu mezalim dolu tarihi karıştırmanın günümüzün tesanüdüne zarar vermesi muhtemel olduğundan, o kapağı açmayı uygun bulmuyoruz.
Azınlıklara mı özenmek, yoksa demokrasiyi öğrenip benimsemek daha kolay geliyordu, bize… Bu hususta Said Nursî’den başka hiç kimsenin ne bir fikri ve ne de düşüncesi vardı. Gel gör ki, serapa Kur’ân tefsiri olan kitapları yasaklanıyor ve okuyanları hapishanelere, mahkemelere taşınıyorlardı. Türk aydınları, bir çok korkudan dolayı ne Bediüzzaman’ı ve ne de Risale-i Nurlar’ı ağızlarına alamıyorlardı. Demokrasi yolunu kapatmakla kalmıyorlardı, Kemalistler… Siyasal İslâm’ı finanse ederek bu yolu Müslümanlara “haram!...” olarak propaganda ediyorlardı. İhtilâl ile birlikte Özal’a verilmiş özel çeklerde isimleri yazılı olan dinî cemaatlere deklare edilmiş ”sosyal müesseseler” açma müsaadesinin arkasında, hangi entrika ve oyunların inşa edildiğini de bu kırk sene zarfında yaşamış olduk. Anadolu Müslümanlığı’nın demokrasiden habersiz olması veya kendisine yanlış tanıtılmasıyla birlikte temsilcileri olan cemaatler, mevcut şartlar içinde çıkış yolu arıyorlardı. Müslüman gençliği yetiştirecek okulları, yine onların rahatlıkla istifade edecekleri hastahane ve külliyeleri açmaya yönelmişlerdi, Özal ile birlikte. Sanki Türkiye ve Anadolu, bin seneden beri Müslüman değilmiş, evlerimizin bahçelerine varıncaya kadar yükselen Kur’ân hatlı mezar taşları dedelerimize ait değilmiş, binlerce camiyi ve tarihî eserleri onlar yapmamışlar gibi, “azınlıkların yolu ile dine hizmeti“ bir çıkış veya bir necat olarak telâkki etmişlerdi. Yol da doğru değildi, usûl de… Hele telâkki baştan sona yanlıştı. 12 Eylül cinayetini işleyenler, nutuklarına Malazgirt’ten başlayıp Çanakkale’de sonlandırırlarken, hiçbir dinî cemaat temsilcisi; ellerimizi-ayaklarımızı dinsizlik adına bağlayan kanunları ve bilhassa Anayasamızı zehirleyen meşhur maddelerini o vazifelilere sormadılar. Zira hem onlardan ilgi-alâka görüyorlardı, hem de onlar, cemaatlerin hizmetlerine maddî katkılarda bulunuyorlardı. Ne anayasayı ve ne de sair yasaları konuşmaya fırsat vermemiş de olabilirlerdi.
İslâmiyet’in “din ve ahlâk” olarak yaşanmadığı coğrafyalarda Müslümanlar azınlıktır. Söz konusu coğrafyaları az-çok hepimiz biliyoruz. Buralarda “sosyal müesseseler” kurabilirler, Müslümanlar. Nitekim; başta Amerika, İngiltere, Avustralya ve AB ülkeleri olmak üzere bir çok devlette Müslümanların açtıkları özel okullar mevcut. Fakat; İslâmiyet’in “hayatta kabul gördüğü, bin seneden beri kökleriyle toprağına işlediği ve kültür olarak benimsendiği Müslüman” devletlerde, İslâmiyet adına özel okul açmayı kimseye anlatamazsınız. Halkları Müslüman ve tarihi İslâmiyet ile yoğrulmuş coğrafyaların derdi hürriyet ve demokrasi iken; dinî cemaatlerimiz maalesef bir asırdan fazladır, düşmanlarımızın desiselerine kanarak demokrasiden uzakça yaşayıp hem kendi başlarına ve hem de ümmetin başına bir çok felâketin gelmesine yol açtılar. Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Sünnet’ ten derlediği “hak, hürriyet ve demokrasi arama“ üslûbunu ya göremediler veya ilgisiz kaldılar.
Evet, Türkiye’de İslâmiyet hakim dindir. Müslümanlar da “demokratik olarak” hakim unsurlardır. Cehaletimizden olacak ki, ecdadımızdan bize miras kalan haklarımızı ve değerlerimizi doğru yoldan istemeyi bilemiyoruz. Türkiye demokrasisinin önemli bir önderi Bediüzzaman’ın hayatı ve eserleriyle ortaya getirdiği model ve usûlü dinî cemaatlerimiz öğrenmek ve uygulamak durumundadırlar. Modern milletlerle aynı pakt ve birliklere bu Kur‘ânî metotlarla gittiğimiz takdirde kabul göreceğimizi, bu vesile ile bir daha hatırlatmış olalım.