Belki de insanlığın şu yeryüzündeki tarihinden daha eski… Cennetten ayrılışın hirkatini tam bin sene boyunca dünyada yaşamış Âdem (a.s.) babamızın tarihi kadar gerilere gidiyor. Mahiyetini bilenler, hep onunla dost kalmışlar, yanlarından ayırmamışlar. Tıpkı Mısır azizi Yusuf (a.s.) ın ayrılık, hasret ve meşakkat dolu hayatının dünya saadetiyle yer değiştirirken, mübarek dudaklarından dökülen duası gibi… Ya Rabbi şu fani dünyada yaşamak istemiyorum… Güzellerin ebedi yurduna gitmek üzere beni öldür ve sevdiklerinin kervanına katıver, diyor Hz. Yakup’un (a.s.) biricik oğlu…
Dünyamızın yaratılışına vesile ve duasının da cennetin açılmasına sebep bildiğimiz Peygamberimizin (a.s.v) son anlarındaki duasını biliyorsunuz. Dünyada kalmakla sevgiliye ulaşmak arasında serbest bırakılan Efendimiz (a.s.v), “Ya Rabbi sana gelmek istiyorum” diyerek dostunun kolları arasından sevgiliye yükseliyor. Ölümün mahiyeti elbette yek başına anlaşılamıyor. Hayatın, hastalıkların, ihtiyarlığın, musibetlerin ve sonra kabrin, berzah yolculuğunun ve haşrin de mahiyetleri devreye giriyorlar. Dünya ve ahireti bir bütün olarak telakki edenlerin, bu müşkül bilmeceyi çözmeleri daha kolay olacaktır, inancındayız.
Mahiyeti anlaşılmış ölüm hakikatinin, Allah düşmanlarına bir silâh olarak doğrultulması meselesi de insana çok heyecan veriyor. Allah’a olan iman ve sevgiyle düşmanın üzerine giderken, ölüm tehlikesini küçümseyen kahramanların hikâyelerini çok duymuşsunuzdur. Derisi yüzülürken düşmanlarına müstehzî tebessümünü esirgemeyen Cercis aleyhisselamdan, Mekke’de müşriklerin şehid ettikleri Zeyd bin Desine’ye kadar… Buna; hakk davasına gönül vermiş kahramanların ölümü istihkarı veya küçümsemesi de diyebiliriz. Peygamberlerin ve onları takip eden kahraman arkadaşlarının yolunu taakip eden mücedditler ve müçtehitler için de aynı şeyleri söyleyebiliyoruz.
Bu günlerde; vefat sene-i devriyesi münasebetiyle dünyamızın yedi kıtasında anılan Bediüzzaman’ın hayatında, söz konusu “istihkarın” o kadar örnekleri var ki… Çocukluğundan, ta 1960’larda Ankara önlerine geldiği zamanlara kadar… Sultanın baş mabeyninin Yıldız’daki gürlemesine mukabil takındığı tavrı bilmeyen var mı? Sonra; Selanikli dönmelerin İngilizler desteğinde 31 Mart’ta kurdukları tuzaklar… Ve kendisini ölüm ile korkutmak isteyen Divan-ı Harbi titreten meşhur müdafaası… Birinci Cihan Harbinde Pasinler’de, Ahlat’ta, Gevaş’ta, Tatvan ve Bitlis’te ölüm ile kol kola gezerken Rusları nasıl korkuttuğunu, artık romanlarda ve hikâyelerde okuyoruz. Yine Üstadın esarette Rus Kafkas Orduları başkomutanına ölüm ile anlaşarak ayağa kalkmadığı manzaraları bize hikâye eden arkadaşlarının şaşkınlıkları… Bediüzzaman’ı ölüm ile kol kola görünce Nikola, O’nun ahirete olan imanı karşısında kendisinden özür dileyecekti… Bin bir desise ile Birinci Cihan Harbini kazanan İngilizler, Said Nursi’nin bu ölüm karşısındaki duruşuna, Hutuvat-ı Sitte bahanesiyle tertipledikleri operasyonlarda şahit olacaklardı… Osmanlı’nın yerine ikame ettikleri hükümetlerin başına, onun makamındaki gürleyişi de ölüm karşısında titreyenleri titretmişti…
O ölümü arkadaş olarak görmüştü. Ölümden sonraki âlemin güzelliğini tarif sadedinde bazen onu bir seyahat biletine, bazen bir bineğe, bazen bir terhis tezkeresine ve bazen de kendisini ebediyyen mutlu edecek bir piyango biletine benzettiğinden, yalnızca yapması gereken vazifeleri noktasında endişelenmişti. Hak dava için yapılması gereken bitmeden ölümün kollarından berzaha geçmek istemiyordu ve bunun için Allah’a yalvarıyordu, Bediüzzaman…
Bediüzzaman’ın yolunu izleyen nice kahramanın son anlarına şahit oldum ki; ölüm ile aralarındaki arkadaşlıklarına hep imrendim. Sevdiklerinin göçtüğü beldeye uçmak üzere, heyecan içinde bekleme salonunda bekleyen yolcular gibi… Allah onlardan razı olmasaydı, onların o güzel hallerini bize gösterir miydi, hiç…
Ölümü yoldaş edinmişleri korkutmak zor olduğu kadar, onları mağlup etmek de kolay değildi. İngiliz gibi dessas bir milleti, Materyalizm gibi dünyaca büyük bir felsefeyi, tüm komünist, bolşevik ve masonları arkasına alarak Bediüzzaman’ın üzerine gidenlere o diyordu ki;
“Ey din ve ahiretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaşamanızı isterseniz bana ilişmeyiniz. İlişseniz, intikamım muzaaf bir surette sizden alınacağını biliniz, titreyiniz! Ben rahmet-i İlâhîden ümit ederim ki, mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek ve ölümüm başınızda bomba gibi patlayıp başınızı dağıtacak! Cesaretiniz varsa ilişiniz! Yapacağınız varsa göreceğiniz de var!”