Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Batakta bir güzel



Hep söylüyoruz. Güzellik yarışmaları genç kızlara parlak bir hayat sunmuyor. Batağa çekiyor diye… Güzellik yarışmalarına katılanlar daha sonra ışıltılı hayatın sefih çukurunda boğuluyor ve hayatının baharında can veriyor. Hayatı kararanların gazetelere “ibretlik” haber gibi sunulduğunu da biliyorsunuz.

İşte bir güzellik yarışması sonucu batağa düşmüş en taze örnek…

Nikaragualı Natasha... 19 yaşında...

Natasha üç yıl önce bir güzellik yarışmasına katılmış… Ama şimdi bir barda “hayat kadınlığı” yaparak geçimini sağlıyormuş… Hem de 100 dolar karşılığında.

The Guardian gazetesine şöyle diyor Natasha:

“Yaptığım işi bütün kasabam öğrense de umurumda değil. Ama ailem, annem öğrenmemeli. Anneme evli olduğumu ve parayı kocamın verdiğini söylüyorum…”

Sonra utanarak, ekliyor:

“Bu bir yalan.”

Natasha bunun bir yalan olduğunu itiraf ediyor en azından… Ama nice ülkelerde düzenlenen güzellik yarışmalarında batağa saplanmış yüzbinlerce genç kız bu itirafı bile yapmaktan aciz… Tıpkı ülkemizde güzellik yarışmalarına katılıp, sonra da kayıplara karışan bazıları gibi…

KIRCA’NIN FATURASI

RTÜK affetmedi. Show TV ana haber bülteninde “başörtülü avı” gerçekleştiren Ali Kırca’ya ceza verdi…

Malûm, Ali Kırca yönetiminde hazırlanan Show TV ana haber bülteni muhabirleri Haseki Hastanesi bahçesinde gizli kamera ile başörtüsü avına çıkmış ve oradaki sağlık görevlilerini resmen taciz etmişti.

RTÜK uzmanları bu görüntüleri uzmanlara inceletmiş… Rapora göre, Kırca’nın bülteni “Türban yasağını dinleyen yok” ve “Türbanlı doktorlar görevlerinin başında” alt yazılarıyla devlet hastanelerinde görev yapan personelin, gizli kamera yöntemi ile görüntülerinin çekildiğine vurgu yapılmış.

RTÜK Kanununa göre iki aşamadan sonra aynı ihlâllerin gerçekleştirilmesi halinde kanalın ‘para cezası’ alması söz konusu…

Raporu değerlendiren RTÜK üyeleri, Show TV’nin, gizli kamera görüntülerinin ‘Radyo, televizyon ve veri yayınları, hukukun üstünlüğüne, anayasanın genel ilkelerine, temel hak ve özgürlüklere, millî güvenliğe ve genel ahlâka uygun olarak kamu hizmeti anlayışı çerçevesinde yapılır’ ilkesini ihlâl ettiği yönünde değerlendirmiş. Kanala para cezası verilmek üzere savunma istenmesi kararlaştırılmış... Kanal 15 gün içerisinde RTÜK’e savunmasını gönderecek. Savunmanın muhtevasına ve ihlâlin ağırlığına göre, 125 bin YTL’den az olmamak kaydıyla 250 bin YTL’ye kadar para cezasının verilmesi gündeme gelecek.

Kırca, Show TV’ye pahalı gelmeye başladı. Bulunduğu kanalın itibarını beş paralık mı edecek ne?

05.02.2008

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Korkusuz korkak



Türban konusunda gazetemizin düştüğü şerhleri bazıları yanlış anlıyor galiba. Başörtüsünün demokrat, laik, sosyal hukuk devleti olan bütün devletlerde olduğu gibi inancın gereği olarak takılmasından yana meşrû çerçevede kuruluş tarihinden beri mücadelesini veren gazetemizin, AKP-MHP birlikteliğinden çıkan son çene altı formülü ve bu formülün sadece üniversitelerde kullanılacağına dair kanun ve yasa değişikliğinin hukukî yönden yetersiz ve sakıncalı olduğunu vurgulamasını, sığ bir siyasî tarafgirlik sonucu olarak değerlendirenler yanılıyorlar.

Yeni Asya bu konuda samimidir ve doğru olan bir uygulamanın nereden ve kimden olursa olsun yapılmasına, kitlelerin kim ve neci olursa olsun istifadelerine taraf olmayı halisâne bir şekilde ister.

Yanlış olan bir şey varsa, o da hukukî yönden efradını cami, ağyarını mani bir kesinlik arz etmeden, kapsamı daraltılmış ve bir çok elastiki uygulamayı da beraberinde getirecek olan bu tasarıya, sonuçlarını iyi okumadan ve nerelere sürükleneceği hesap edilmeden balıklama dalmaktır. Her kelimenin lastik gibi bir yerlere çekilebildiği ve keyfî uygulamaların belli başlı kurumlar tarafından bir iki demeçle meşrûymuş gibi gösterildiği ortamda, son derece titiz ve müdekkik bir süreç başlatılmalıyken, yangından mal kaçırır gibi, hatta yaklaşan yerel seçimlere yatırım yapar gibi yapılan bu çalışma, elbette tenkit ve eleştirilere açık olacaktır. Nitekim başörtüsü konusunda samimiyetinden şüphe edilmeyen bir çok yazar ve sivil kuruluş liderleri aynı minval üzere uyarılarda bulundular. Gazetemizin uyarılarını agresiflikle yorumlamak, meseleyi sathî düzeyde ele almanın sonucu olsa gerek. MHP’nin “AKP’nin konuyu kendine mal etmesini önledik” şeklindeki yaklaşımı ve “Olumlu yönler MHP’nin kâr hanesine, olumsuzluklar ve eksiklikler AKP’nin zarar hanesine yazılacağı yorumları da cabası.

Görülmüyor mu ki, en son Prof. Dr. Atilla Yayla, “koruma ve kollama yasası” gereği bir başka kişinin söyleyeceği dolaylı bir ifadeyi kullanırken, “bu adam”ın İngilizcesi “That man” olan bir gösterme sıfatı, işaret sıfatı yüzünden Mustafa Kemal’e hakaretten 15 ay ceza yemiş. Dünyaya anlatamıyoruz bu uygulamayı. Ve bu uygulama, ülkemizde kanunlara uygun olarak verilmiş bir ceza olarak sindirilebiliyor.

Öte taraftan başörtüsü için partiler arası görüşmeler sürerken, belli merkezlerden ve kendini “çağdaş-laik” olarak lanse edenlerden sürekli şu tahrik dolu soru yöneltiliyordu askerlere: “Asker niçin susuyor?” Sonunda asker konuştu. “Malûmu ilâma gerek yok. Görüşlerimiz belli” diye. Artık çeneler bu beyanatın yorumlamalarıyla yorulacaktır.

Üniversite rektörleri hükümete kazan kaldırmak için toplanacaklar. Dayanamayıp daha erken davranan İnönü Üniversitesi Rektörü Hilmioğlu, demokrat bir ülkenin bilimsel bir kuruluşunun başındaki aydın kişi olarak gayet bilimsel bir görüş bile açıkladı bu arada, “Türkiye Cumhuriyeti, Kasımpaşa Cumhuriyeti değildir.”

Türkiye’de kendilerine özgü laiklik anlayışına dayanarak bir takım kuruluşlar ve kurumlar meseleye korku damarıyla bakıyorlar ve topluma değil orduya, Anayasa Mahkemesine, YÖK’e panik atak yapması için korku/dehşet senaryoları pompalıyorlar.

Dış basında Washington Post, “İslâm’ın laik sistemi aşındırmasından korkuluyor”, Fransız Le Figaro “Toplumun giderek İslâmlaştırılmasından korkuluyor”, El-Cezire “Laikler, İslâm profilinin yükseltileceğinden kaygılı” diye bu korkuları dile getiriyorlar.

Toplumun, bütün kurum ve kuruluşların korku ve dehşetle dürtülenmeden sakin bir kafayla konuşup tartışacağı yeni anayasa taslağı ve 301. madde gibi önemli ve hayatî konuları bir kenara atarak, kapsamı dar haliyle bile bir çok kanun, madde, yorum ve tavır sonucu çıkıp çıkmayacağı belirsiz bu “çene altı” tartışmasına girmek, korkusuz korkakların mı işi acaba?

Ya birileri bu işi bilmiyor, ya da görünmeyen bir mutabakat var. Ama hangisi? Göreceğiz.

05.02.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

MHP’nin hesabı ve AKP



MHP Genel Başkan Yardımcılarından Prof. Dr. Tunca Toskay, son gelişmeler için “mini bir 28 Şubat gibi” değerlendirmesini yapıyor.

Ve ilâve ediyor: “O zaman müdahil olmamıştık. Şimdi de çatışmaların tarafı olmayız.”

Ama Anıtkabir’in önünü dolduran öfkeli kalabalıklar, ülkenin başka yerlerinde tertiplenen benzer protesto eylemlerinin katılımcılarıyla birlikte, MHP’ye de hışımla ateş püskürüyorlar.

İlhan Selçuk, AB’ye karşı Kızılelma koalisyonunda bir ara can ciğer kuzu sarması oldukları Bahçeli ve MHP hakkında zehir zıkkım yazılar yazıyor. Parti ulusalcılığa ihanetle suçlanıyor.

MHP kendisini evvelâ tabanında ve seçmen kitlesi nezdinde sıkıntıya sokan bu mevziî birliktelik görüntüsünün kalkmasıyla, bir kamburdan kurtulmanın rahatlığını hissediyor olabilir.

Ve, önce cumhurbaşkanı seçiminde, ardından referandumda, şimdi de başörtüsü meselesinde AKP’nin önünü açıyor gibi algılanan politikalarıyla, yapıcı muhalefetin ve pozitif siyasetin güzel örneklerini verme görüntüsünün getireceği primi, giderek marjinalleşen statüko güçlerinin gözünden düşmek suretiyle uğrayacağı “kayıplar”dan daha önemli ve değerli bulduğu için, kasten böyle hareket ediyor olabilir.

Altındaki niyet ve saik ne olursa olsun, MHP gibi bir partinin siyasette yapıcı ve tıkanıklıkların önünü açıcı bir çizgiye yönelmesi elbette ki olumlu bir gelişme olarak görülmeli.

Ama verilmek istenen görüntünün arkaplanına çok iyi ve dikkatli bakılmalı.

Bu noktadaki en belirgin ipuçlarını, demokratikleşme süreci açısından kritik önem arz eder hale gelen kilit konularda partinin ortaya koyduğu tavırlardan çıkarmak mümkün.

Tabiî, diğer örneklere geçmeden, başörtüsü için “çözüm” diye ileri sürülen formülün gerçek anlamda bir çözüm olmaktan fersah fersah uzak olduğuna özellikle dikkat edilmesi lâzım.

Başörtüsü serbestisini sadece üniversitelerle sınırlarken, orada bile bu amacı sağlayabileceği son derece kuşkulu bir formülle, yasağı diğer alanlarda, meselâ İHL’lerde kalıcı hale getirecek bir girişimin savunulacak tarafı olabilir mi?

Bizzat AKP ile MHP’nin içinde de bu formüle kafası ve gönlü yatmayan birçok kişi var. Ve AKP’deki rahatsızlığa Erdoğan’ın cevabı “Parti disiplinine uymayanlar bağımsız milletvekilliğine geçebilir” resti olurken, Bahçeli vekilleri için gruplar halinde “ikna” toplantıları düzenliyor.

Başörtüsü için yaptıkları ortak girişimin sonucu, iki parti için “İsa’ya da, Musa’ya da yaranamama” hali olabilir. Nitekim yasak mağdurlarının AKP-MHP formülüne itirazları giderek yükselen bir tonla seslendirilirken, yasakçı cephe de bu girişimi fırsat bilerek Türkiye’yi yeniden 28 Şubat ortamına döndürmeye çalışıyor.

Öte yandan, AKP’nin bu yanlış ve eksik başörtüsü girişiminde MHP’nin desteğini almak için, bilhassa demokratikleşme süreci açısından önem taşıyan ve çözüm bekleyen başka konuları feda etmesinden de ciddî kaygı duyuluyor.

Ve bunların başında 301 meselesi geliyor ki, MHP “Bu maddeye asla ve kat’a dokunulamaz” diyen çok katı bir direnişin başını çekiyor.

Eğer AKP 301’de MHP’nin dümen suyuna girer ve demokratikleşme sürecini iyice boşlarsa, ufukta yine ciddî sıkıntılar var demektir...

05.02.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Güzel hasletlerin tehlikeleri



Resûl-i Ekrem (asm) biz ümmetine ve belki de bütün insanlığa bütün güzellikleri anlatmıştır. Kâinat onun için yaratılmış, o da kâinatın anlaşılması için dünyaya gönderilmiştir. İnsanlar için “eşref-i mahlûkat” yani yaratılanların en şereflisi ifadesini kullanan Kâinatın Hâlıkı, bu en şerefli yaratılanların da en şereflisi olarak Muhammed (asm) gibi bir insan-ı kâmili halk etmiştir.

Evet âlemlerin medar-ı iftiharı Hatemü’l-Enbiyâ olan Ahmed-i Mahmud-u Muhammed’dir (asm). O âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. O kâinatın manevî güneşidir. Onun nuru olmasaydı kâinat aydınlanmaz, mânâlar anlaşılmazdı.

Kâinat yaratıcısının Rububiyetine, Uluhiyetine ve sayısız ihsanlarına küllî bir ubudiyetle mukabele eden Peygamberimiz (asm), elbette güneşin kâinata lüzumu gibi, bütün âlemler için gereklidir. Biz şuur sahipleri o Resûl ile Rabbimizi en iyi bir şekilde tanıyabiliriz. O, Rabbimizi bize tarif eden üç büyük külli muarriften biridir.

Kâinat kitab-ı kebîri ve Kelâmullah olan Kur’ân-ı Azîmüşşan gibi Resûl-i Kibriya da Rabbimizi bize tarif etmektedir. O yüce Resûl (asm) olmasaydı bu kâinatın neden yaratıldığını bilemezdik. O olmasaydı ölümden sonra ebedî bir hayatın varlığından haberdâr olamaz, bu ebedî hayattaki saadetin anahtarını elde edemezdik.

Kâinatın Hâlıkı ona “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” diye buyurarak, onun varlığının ifade edilemez ehemmiyetini anlatmıştır. O olmasaydı pusulasız geminin denizlerde avare avare dolaşması gibi bizler de doğru hedeflere varamazdık.

Kâinattaki her şey onu ve dâvâsını doğruladığı gibi, onun yüce ahlâkı da onu en güzel bir şekilde tasdik etmektedir. Fiilleri, hâl ve tavırları bir insanda bulunması gereken en mükemmel ve en güzel davranışlardır. O güneşin kendi kendine işaret ettiği gibi kendi dâvâsının doğruluğuna bizzat kendisi en büyük bir delildir.

Havaya, suya ihtiyacımız olduğu gibi Peygamber-i Zîşan’ın yoluna, rehberliğine ihtiyacımız bulunmaktadır. Onsuz insan gibi insan olmak çok zordur. Onsuz karanlıklardan kurtulmak, aydınlıklarla buluşmak mümkün görülmemektedir.

Onun peygamberliğinin hakkaniyetine deliller, o dünyaya gelmeden ortaya çıkmıştır. Onun daha yeni dünyaya gözünü açarken bile ümmetini sayıkladığını bilmekteyiz. O şefkatli Resûlü (asm) Rabbimiz sadece bizlere değil, var olan her şeye bir rahmet olarak lütfetmiştir, bahşetmiştir.

O hep ümmetini düşünmüş, onlara en doğru yolu göstermiş, onları tehlikelere karşı uyarmış, var olan bütün tehlikeleri de haber vermiştir. Bizlerin bu dünyada bizde olmasını arzuladığımız çok hasletlerin tehlikeli yönlerini bizlere haber vermiş ve bizleri İlâhî rızadan ayırmak için fırsat bekleyen şeytanların tuzaklarına karşı uyanık olmaya dâvet etmiştir.

Kulak verelim Allah’ın Habibine (asm): “Güzel konuşmanın tehlikesi insanlara karşı kibirlenme ve kendisinde olmayan şeyle övünmektir. Cesaretin tehlikesi zulüm ve haddi aşmaktır. İyilikseverliğin tehlikesi başa kakmaktır. Güzelliğin tehlikesi böbürlenmektir. İbadetin tehlikesi tembellik ve usanç duymaktır. Konuşmanın tehlikesi yalan söylemektir. İlmin tehlikesi unutmaktır. Yumuşak huyluluğun tehlikesi kendinden beklenen metaneti ve salâbeti göstermemektir. Asaletin tehlikesi soyu ile övünmektir. Cömertliğin tehlikesi israftır.”

Güzel konuşmak, iyilikseverlik, güzellik, ibadet, konuşma, ilim, yumuşak huyluluk, asalet, cömertlik gibi sıfatlar Allah’ın biz insanlara vermiş olduğu güzel hasletlerdir. Bu hasletleri yerinde kullanarak hayatımıza geçirebilirsek hem dünyamıza huzur getirebiliriz hem de ahiretimizi mamur edebiliriz şüphesiz. Ama şeytanlar bunlar vasıtasıyla da bizleri tuzaklara düşürebilmektedirler. İşte Allah’ın yüce Resûlü (asm), şeytanların bu güzel hasletlerle bizi vurmaması için her güzel hasletin tehlikeli bir tarafı da bulunabileceğini bizlere söylüyor.

O Rehber-i Ekmel’in (asm) izini takip etmezsek bu tehlikelerden haberimiz olmaz elbette. Bu bize gösteriyor ki, ebedî saadetin yolu O Nebiyy-i Zişan’a intisap etmek ve onun, hayatın sırları olan yüce düsturlarını hayatımıza geçirmekten geçmektedir hiç şüphesiz. Asrımızın en büyük ve hatta tek tabibi odur. Ancak onunla selâmet-i kalb bulabilir, ancak onunla ruhlarımızı şeytanların tasallutundan kurtararak huzura erdirebiliriz...

05.02.2008

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

İlm-i Cifir ve Ebced



Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinin zâhirî mânâları yanında her asra bakan işârî mânâları da vardır. Ayrıca ebced ve cifir hesapları ile Kur’ân’ın işaret ettiği bazı mânâlara ulaşmak da mümkündür.

Cifir ilmi ile ilgili hususlar, İmam-ı Ali (ra) ve Cafer-i Sadık’a (ra) isnat edilen “El-Cifr” isimli bilgilere dayanır. İbn-i Haldun bu bilginin ayrıca ilham ve keşfe dayandığını da ilâveten belirtmiştir.1 Cifir, İslâmiyet’ten önce Yahudiler ve Hıristiyanlar tarafından da kullanılmıştır. Yahudilere göre, Hz. Musa’nın (as) Tur-i Sinâ’da öğrendiği “İlm-i Esrar”dan birisi de bu ilimdir. Buna göre kâinattaki düzen, sayılar ile varlıklar arasında çok mükemmel bir ilişkinin varlığını gerektirir.

Sayılar ile harfler arasında da büyük bir ilgi ve alâka vardır. Arap alfabesine göre her harfin rakamsal bir değeri vardır. Bu değer “Ebced-Hevvez-Hutti-Kelemen-Sa’fez-Kareşet-Sehaz ve Dadığ” şeklinde sıralanmasından ortaya çıkar.2 Ayrıca normal alfabenin sıralaması ile de ayrı rakamsal değerler ortaya çıkar. Bu “Terkib-i Harfî” ve “Terkib-i Adedî” şeklinde ifadesini bulmuştur. Ebced sistemi de, İbranice ve Aramice’den Nebatice’ye ve Arapça’ya geçmiştir.

Mesela “Hilâl” kelimesi ile “Allah” kastedilmektedir. Her iki kelimenin ebced karşılığı 66’dır. Bu gibi tevafuklar ve işaretler, İslâm Edebiyat ve Mimarisinden tutun ticârî hayata ve devlet arşivlerinin şifrelenmesine kadar geniş bir uygulama alanı bulmuştur. Önemli şahsiyetlerin doğum ve ölümleri ile önemli olaylar da Ebced ve Cifir ilmine göre tarih düşürmek için kullanılmıştır.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de, Ebced ve Cifir ilminden faydalanarak âyet ve hadislerden işârî mânâlar çıkarmıştır.

Bir zaman Yahudi âlimleri, Peygamberimizin (asm) huzurunda, sûrelerin başlarındaki ‘Elif-Lâm-Mim’ gibi mukattaa harflerini işittikleri zaman cifir hesabı ile “Senin ümmetinin müddeti azdır” demişler; Peygamberimiz (asm) de onlara, başka sûrelerin başlarındaki mukattaa harflerini okuyarak “Daha var” demiştir.3

Yine Bediüzzaman, Hz. Ali’nin (ra) Celcelutiye kasidesini hesab-ı ebcedî ve cifrî ile yazdığını tespit etmiştir.

Bediüzzaman, Kur’ân âyetlerinin cifir ilmi yardımıyla işaretlerinin çıkarılmasını, Kur’ân’ın bir mucizesi olarak yorumlar. Çünkü her bir âyetin mânâ mertebelerinde zâhiri, bâtını, haddi, muttalaı vardır. Ayrıca bunların da füruatı, işârâtı, dal ve budakları vardır.4 İlm-i Cifr ve Ebced, aslında Kur’ân-ı Kerîm’in işârî mânâlarına ulaşabilmek için bir araçtır. Allah kelâmı olan Kur’ân âyetlerinin her asra bakan yönü olduğu için, geçmişten haber verdiği gibi, gelecekten de haber vermesi belâgatının ve mucize olmasının gereğidir.

Sonuç olarak Cifir ve Ebced ilmi, İslâm dünyasında çok sık olarak kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerim dışında Peygamberimizin (sav) hadislerinden de geleceğe ait işârî mânâlar çıkarılmıştır. Bu yöntem ehil ellerde, doğru bir şekilde kullanıldığı zaman gerçekleri ortaya çıkaran bir anahtar işlevi görür. Aksi taktirde su-i istimâl ile pek çok yanlışlara sebep olabilir.

Dipnotlar: 1- Mukaddime, 2:823; 2- TDVİA, “Ebced” Maddesi, 10:70; 3- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 87; İbn-i Kesir, Tefsir, 1:38; 4- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 86; İhya-i Ulum, 2:184; 174, 175

05.02.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Dünyayı elde etmek



Birgün Hz. Hanzale’nin telâşlı adımlarla gittiğini gören Hz. Ebû Bekir, meraklanıp sebebini sordu: “Nedir bu telâşın Hanzale?” O da, “Hanzale münafık oldu” demesin mi. “Fesübhanallah. Sen ne söylüyorsun Hanzale?” demekten kendini alamadı Hz. Ebû Bekir. O da başından geçenleri bir bir anlattı. Resûlullahın (asm) yanındayken, onun Cennet ve Cehennemden bahsettiğini, görür gibi olduklarını, ancak çocuklarının yanına, işlerinin başına gittiklerinde bunları unuttuklarını söyleyince, Hz. Ebû Bekir de, “Biz de aynı durumdayız” diye endişelendi. Birlikte Efendimizin (asm) yanına gittiler. Durumu soracaklardı. Hanzale söze başladı. “Hanzale münafık oldu” deyince “O nasıl söz?” diye karşılık verdi Allah Resûlü (asm). O da başından geçenleri anlattı. Allah Resûlü (asm) şu sözlerle yatıştırdı Hanzale’yi:

“Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, eğer siz sürekli benim yanımda gibi olabilse ve zikredebilseydiniz melekler yataklarınız üzerinde ve yolda ellerinizden tutar, sizinle musafaha ederlerdi. Fakat sen Hanzale, bir müddet dünyaya, bir müddet de ahirete çalış.”1

Bu olay bize mü’minin dünya ile ahiret arasında nasıl denge kurması gerektiğinin en güzel örneklerden biridir.

Hacda, haccı edâ ettikten sonra ticaretle uğraşılmasını bazı Sahabîler günah sayınca Cenâb-ı Hak, “Hac esnasında ticaret yapıp Allah’ın fazlından aramanızda size bir günah yoktur”2 meâlindeki âyeti gönderdi.

Demek mü’min hem dünya, hem de ahirete birlikte çalışacaktır. Ne dünyası için ahiretini, ne de ahireti için dünyasını terk edecektir. Zaten beş vakit namazını kılan kişinin mübah hareketleri de ibadete dönüşmekte, dünyalıktan çıkıp ahiretine mâl olmaktadır. Hz. Yusuf, Hz. Davud, Hz. Süleyman gibi peygamberler şükrederek dünya nimetlerden alabildiğine istifade etmişlerdi. Hz. Osman bin Afvan, Talha bin Ubeydullah, Abdurrahman bin Avf, Zübeyir bin Avvam gibi Sahabîler az mı imkânlara sahiplerdi? Ebû Hanife, Leys bin Sa’d gibi âlimler aynı zamanda zengin idiler. İyi insanın elinde her nimet iyidir. Allah Resûlü de (asm), “İyi insanların elinde mal ne iyidir”2 buyurmamış mıydı?

Bütün bu işleri yaparken niyetlerinde Allah rızası vardır onların. Ebedî diyarları olan ahireti unutmuyor, dünyadayken oraya yatırım yapıyor, bütün dünyalarını ahirete mal etmesini biliyorlardı. Allah Resûlü (asm) ne güzel buyurmuş: “Kimin düşüncesi ahiret olursa, Allah onun dağınık işlerini toparlar, ona gönül zenginliği verir. İstemediği halde dünya ayağına gelir.”3

Her şey Allah’ındır. Allah Kendi rızası yolunda hareket eden kulları için dünya nimetlerini de ihsan eder. Yeter ki biraz gayret göstersin.

Demek her şey Allah’ın olduğu için dünya nimetlerini elde etmek isteyen de ona yönelmeli ve Allah’tan hayırlısını istemeli. Yoksa elde etse de nimet değil nıkmet olur.

Dipnotlar:

1- Müslim, Tevbe: 12.

2- Bakara Suresi: 198.

3- İbni Mâce, Zühd:2; Tirmizî, Kıyamet: 3.

05.02.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Kimse ile kavga etmemek



Tanışmamız uzun zamana dayanmasına rağmen hususî sohbetimiz pek olmadı… Ortak tanıdıkların işyerlerinde ve yollarda rast gelir, yüzeysel konuşmalarla birbirimizi uğurlardık… Kelimeler ve konuşmalardan öte birbirimizi anlar ve anlaşırdık; ikimizin yaydığı enerji aynı frekansta olsa gerek…

“İnsan konuşan bir varlıktır” ve “İnsanlar konuşa konuşa anlaşır” sözleri her ne kadar doğru olsa da doğruyu bütünüyle ihata etmez… Dilsizler işaretle anlaşıyor, çok konuştukları halde anlaşamayan ve kavga edenlere ne demeli? Bazen hiçbir şey dememeli; sessizliğin derin iletişiminde güzel şeyler almalı ve vermeli; bluetooth buna iyi bir örnek değil mi? Arada kablo olmamasına rağmen çok hızlı bir iletişim ve bilgi akışı sağlanıyor bluetoothla…

Bilişim teknolojisindeki gelişmeler bu mânâda takip edilirse “anlam”ın uzaklarda değil çok yakınımızda olduğu görülür… Adı üstünde bilgisayarı oyun ve chat yapmaktan öte kullanmakla hayatımızın anlam katmanları yükselir, insanlarla olduğu gibi diğer nesnelerle de çok daha hızlı ve güvenilir iletişimler kurabiliriz…

Neyse… Ümit ve ümitsizlik arasında gidip gelmelerde yorulduğum bir akşamüstü karşılaştım dost büyüğümle… İçimde çözüm bekleyen soruları ve sorunları dile getirdi ben sormadan; bluetoothlarımız karşılıklı açılmıştı sanki…

62 yaşın verdiği tecrübeyle yaşantısından verdiği örnekler; benim “neden olmuyor”larıma anlamlı cevaplardı… Olmuyorsa olacağı gün vardı veya daha “anlam” kazanmayı bekliyordu… “Beklemesini bilene her şey ayağına gelir” demiyor muydu batılı bir düşünür?

Beklemek; ham bir bekleyiş değil, olgunlaşmaya yürüyüştür… Hem konuşuyor hem de yürüyoruz; mevzuun can damarına gelince durakladık; ben dinliyor ve dinleniyordum…

Boşa geçmemiş bir hayatın tecrübeleri dökülüyordu konuşmalarında; dürüstlük kısa süreli kaybetmelere sebep olsa da uzun vadede büyük kazançlar sağlayabilir; haksızlığa uğrasanız da hak, ummadığınız bir gün önünüze cömertçe sunulur...

Bütün bunların yanında benim için en önemlisi: “62 yaşındayım, daha kimseyle kavga etmedim” deyişi oldu… Deyim yerindeyse “Hiç kimse yoktur ki onda öğrenilecek bir şey olmasın”ın çok fazlasını öğreniyordum, derviş görüntülü dost büyüğümden… Durakladım, bir daha sordum; “Evet, hiç kimse ile kavga etmedim” Allah Allah ne güzel bir haslet… Hâlâ insanlığı kurtaracak insanlar var, çok şükür…

Kendi kavgacılığımdan utandım, keşkelere karıştım… Kalbimin karanlıklarında ışık aradım, aradığım ışığın karşımda yandığını gördüm; irkildim, irkilmekle birlikte rahatladığımı hissettim… Sohbetimiz başka bir iletişim aracı GSM’nin çalmasıyla kesildi; o yoluna, ben yoluma yürüdüm… O değil de ben çok şeyler aldım; bu kısa mesafeli uzun soluklu yürüyüş ve sohbetten…

Kimse ile kavga etmemek, haksızlığı kabullenmek değildir… Asil bir dik duruştan sonra çözümü zamana bırakmaktır… Zira zaman, en büyük bir müfessirdir…

Kimse ile kavga etmemek, şerefsizliğe razı olmak değil en az onlar kadar cesur olmaktır…

Kimse ile kavga etmemek, “Haksızlık karşısında susan şeytandır”ı iyi anlamak ve yaşamak, şeytanlara maskara olmamaktır…

Kimse ile kavga etmemek, tepkisiz olmak değil, yerinde ve zamanında ciddî cevaplar verip gerisini sabırla beklemektir… Ne demişler sabrın sonu selâmettir…

Size yol gösteren dost büyükleriniz bol olsun… Kavgasız, selâmet dolu günler dileklerimle…

05.02.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Millî gelir



Başka ülkelerde olduğu gibi Türkiye'de "fert başına düşen millî gelir" oranı, dolar ve lira bazında tam anlamıyla "zıt paralel"lik arz eden bir grafik tablosu oluşturur.

Birine göre yükselen millî gelir oranı, diğerine göre düşüş kaydeder. Öyle ki, bazı ekonomistler "Dolar kuru düşünce, millî gelir zıplar" ifadesini kullanmaktan alamaz kendini.

Dolayısıyla, sırf "kur farkı"ndan kaynaklanan "millî gelir oranı"na dair rakamlara aldanmamak gerekir.

Dolar bazında yapılan hesaplamalara göre, dört–beş yıldır dünyanın birçok ülkesinde fert başına düşen "millî hasıla" yükselmiş görünüyor.

Ancak, bu durum gerçeği olduğu gibi yansıtmıyor. Sebebi, doların bu zaman zarfında büyük ölçüde değer kaybetmiş olmasıdır.

Aynı durum, Türkiye için de geçerli. İşte, son birkaç yıla göre ortalama dolar kuru ve millî gelir orananı gösteren bir tablo:

Yıllar dolar kuru millî gelir

2000 685 2.500

2001 1.445 2.500

2002 1.600 4.240

2004 1.440 4.170

2006 1.440 5.200

2007 1.170 5.723

Ek bilgiler

1) Bir yıl içinde elde edilen toplam hasıla nüfusa eşit oranda bölününce, kişi başına düşen millî gelir rakamı elde edilmiş oluyor.

2) Kâğıt üzerinde yapılan "eşit oran"tılı dağılımın, gerçek hayata yansıması çok farklı şekilde olabiliyor. Aşırı farklılık, sosyal adâletsizliğe yol açıyor.

3) Sosyal adâletsizlik, toplumdaki dengeyi alt–üst ettiği gibi, genel âhengi de zedeliyor. Misâl: Halen, nüfusun yüzde 20'lik fakir tabakasına düşen fert başı millî hasıla 2 bin doların altında kalırken, yüzde 20'lik üst tabakada olanlara 10 dolardan fazla pay düşüyor. Bu fark, yüzde 3–5 nüfus bazına göre 1000 ile 100.000 dolarlık bir "derin uçuruma" dahi dönüşebiliyor.

4) Gerçek anlamdaki millî gelir, paralar arasındaki kur farkına göre değil, yapılan yerli üretim miktarına göre yükseliş gösterir.

5) Gerçek anlamdaki millî gelirin doğru hesabı, yani bir yıllık toplam gelirin nüfusa dağılımı, ancak enflasyondan arındırılmış rakamlara, yani sabit fiyatlara sadık kalınarak yapılabilir.

6) Yetkili şahıslar tarafından, millî gelirin 2007'de 8.840 dolara çıkacağı söyleminşti. Ancak, bu hedef tutmadı. Tıpkı, enflasyon hedefinin tutmaması gibi...

7) Yukarıdaki tabloda yer alan rakamlar, birçok kaynağa bakılarak ortalaması esas alındı. Rakamlar arasında ufak tefek farklılıklar olmasına rağmen, hemen hepsinin kaydetmiş olduğu trend aynıdır.

* * *

Ekonomist değiliz. Türkiye'nin genel maliye–muhasebe işlerinden de pek anlamayız.

Ancak, meseleye farklı açılardan bakan uzmanların görüş ve analizlerini takip ederek, bunlardan bir fikir edinmeye çalışırız.

Ayrıca, bilhassa son 5–6 senedir gelirimizin azaldığını, cebimizdeki paranın "alım gücü"nü kaybettiğini, gizli enflasyon karşısında günden güne eridiğini, hele son fâhiş zamlar (elektrik, su, telefon, doğalgaz) karşısında, masrafın geçen yıla oranla yüzde 70–80 oranında artmış olduğunu gayet iyi biliyoruz; çünkü bunu yaşayarak görüyoruz.

Yatırım ve üretim artışını beklediğimiz ülkenin iktisadî sahasında yüksek faizin ve haricî sıcak paranın cirit oynattığını gördükçe, haliyle sıkıntı basıyor ve bir vatandaş olarak endişemiz artıyor.

Endişemizi ziyadeleştiren bir başka gelişme de, ecnebî sermayenin borsa, banka, medya ile birlikte, yerli üretim ve işletme faaliyetinde bulunan pekçok iktisadî teşekkülü abluka altına almış olmasıdır.

Yanlış anlaşılmasın, ecnebi sermayesine de, yabancı konsorsiyuma da karşı değiliz. Ancak, son 4–5 senedir bu çerçeveyi aşan bir durum söz konusudur.

Yabancı sermayedarlar, burada kazandıklarıyla ülkemizde yatırım yapmıyor. Faiz gelirleri dahil, sair kârlarının çoğunu Türkiye dışındaki ülkelere kanalize ediyorlar.

Böylesi bir mekanizma, "keser misâli" dönüyor ve ne yazık ki "Hep bana, hep bana" çuvalını dolduruyor.

Allah, daha beteri durumlarda ülkemizi, milletimizi muhafaza buyursun.

GÜNÜN TARİHİ 5 Şubat 1933

Bursa'da infial ve sindirme harekâtı

Bursa'da "Türkçe ezan ve kamet"in mecburi hale getirilmesine muhalefet eden cami cemaati, hiç umulmadık bir caydırma ve cezalandırma tarzına maruz kaldı.

M. Kemal, Türkçe ezana karşı gelenlere gözdağı niteliğinde çok ağır bir konuşma (Bursa nutku) yaptığı gibi, yakalananlardan 19 kişi de Çorum'a gönderilerek burada en ağır cezalara çarptırıldı.

* * *

Hadisenin gelişme seyri şu şekilde oldu: M. Kemal, 20 Ocak'ta Bursa'da bulunmuş ve buradan İzmir'e gitmişti.

Ezan ve kametin Türkçe okunması mecburiyeti karşısında, Türkiye'nin her yerinde olduğu gibi Bursa'da da büyük rahatsızlık vardı... Bu rahatsızlık, 1 Şubat günü had safhaya çıktı.

O gün, Ulu Camide namaz kıldıktan sonra dışarı çıkan cemaat, ezanın da, kametin de aslı gibi okunmasını talep eder.

Bu maksatla bir gösteri yapılır. Duruma müdahale eden güvenlik kuvvetleri ise, kalabalığı zor kullanarak dağıtır ve bu arada çok sayıdaki vatandaş tutuklanarak nezarete atılır.

Hadisenin büyümesi üzerine İzmir'den tekrar Bursa'ya gelen (5 Şubat) M. Kemal, yakın tarihe "Bursa nutku" diye de geçen konuşmasında şunları söyler: "Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, 'Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır' demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır."

Bunun üzerine kolları sıvayan adliye ve güvenlik kuvvetleri, geniş çaplı bir tutuklama harekâtını başlatır.

Bu korkutma ve sindirme harekâtı başarıyla tamamlanır. Mahaldeki cezalandırmanın dışında, Cemaatten 19 kişi Çorum Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilerek, orada "ağır hapis cezası"na mahkûm edilir.

05.02.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Riya canavarı



Abdullah Bey:

*“Farz olmayan ibadetlerde ihlâsımızı muhafaza edemeyecek isek eğer, riya korkusu varsa, hiç yapmamamız daha mı iyi?”

Anlaşılıyor ki biz, kıldan ince kılıçtan keskin sırat köprüsünün üzerinde bulunuyoruz. Biraz sendeledik mi,—Allah muhafaza—kendimizi ateş topunun içinde bulmamız işten bile değil. Bizi sendeleten tek ve en dehşetli canavar da, kendi içimizden nükseden riyadır. Peygamber Efendimiz (asm); “İnsanlar helâk olur; ancak bilenler kurtulur. Bilenler de helâk olur; ancak bildiklerini yaşayanlar kurtulur. Bildiklerini yaşayanlar da helâk olur; ancak ihlâslı olanlar kurtulur. İhlâslı olanlar da (ihlâs kulesinden düşme gibi, her an) büyük bir tehlike içindedirler” hadisiyle bu dehşetli canavara dikkat çekmiştir.1

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, ihlâsı kazanmayı iman hizmetinin merkezine almış ve hizmet içinde muhakkak uygulanmak üzere iki kıymetli risâle ile ihlâsı zihnimize ve dimağımıza âdeta perçinlemiştir. Üstad Bedîüzzaman Hazretlerine göre en latîf ve güzel bir îmân hakîkatini muhtaç bir mü’mine bildirmek gibi en mâsum ve zararsız bir işte bile, mümkünse, nefsimize bir kendini beğenmişlik gelmemek için, bunu, istemeyen bir kardeşimize yaptırmak hoşumuza gitmelidir. Eğer, “Ben yapayım, bu güzel meseleyi ben söyleyeyim” arzumuz varsa, “Ben ders yapayım” istiyorsak, gerçi bu arzu ve istekte bir günah ve zarar yoktur; fakat kardeşler arasındaki ihlâs sırrına zarar gelme ihtimali vardır.2

Demek, ihlâs sırrına azamî dikkat etmeli; böyle masum bir arzu eliyle de olsa, farkında olmadan ihlâs sırrına zarar vermekten Allah’a sığınmalıyız. Eğer nafile ibadet yapacak isek, ihlâsımıza zarar vermemek için gayet gizli yapmaya özen göstermeli ve şurada burada bundan bahsetmemeliyiz.

İhlâs sırrını bozan riya ve kendini beğenmişliğin mahşerdeki dehşetli görüntüsünü, dilerseniz, Allah Resûlünden (asm) dinleyelim:

Ebû Hüreyre (ra) bildiriyor: “Resûlullah (asm) buyurdular ki: ‘Kıyamet günü, aleyhinde ilk önce hüküm verilecek olanlar şunlardır: Şehid olmuş kimsedir. O, huzura getirilir. Allah ona olan nimetlerini hatırlatır. O da mazhar olduğu nimetleri tanır ve kabul eder. Allah Teâlâ ona:

‘Bu nimetlere karşı sen ne amel işledin?’ diye sorar.

Kul: ‘Senin yolunda cihad ettim. Nihayet şehid edildim’ der.

Allah Celle Celâlühü: ‘Yalan söyledin! Bilâkis sen cesaretlidir, kahramandır denilmek için savaştın ve nitekim hakkında da öyle söylenmiştir’ buyurur. Sonra emir verilir de bu kimse cehenneme atılır.

Muhakemesi görülecek bir diğer insan da, ilim öğrenmiş, öğrendiğini başkasına öğretmiş ve Kur’ân okumuş olan kimsedir. Bu kimse getirilir. Allah ona olan nimetlerini hatırlatır. Bu da nimetleri tanır ve itiraf eder. Sonra Allah Teâlâ: “Bu nimetlere karşı ne amel işledin?” der.

O da: “Senin rızan için ilim öğrendim. Başkalarına ilim öğrettim. Kur’ân okudum” der.

Allah Teâlâ: “Yalan söyledin! Sen âlim denilmek için ilim öğrendin. Ne güzel okuyor desinler diye Kur’ân okudun! Hakikaten senin hakkında bunlar da söylendi” buyurur. Emir verilir ve adam cehenneme atılır.

Sonra muhakemesi görülecek diğer kimse de, Allah’ın kendisine bol nimetler verdiği ve her çeşit maldan bolca ihsan ettiği kimsedir. Bu da getirilir. Allah ona nimetlerini hatırlatır. O da bu nimetleri hatırlar ve itiraf eder. Cenâb-ı Allah buna da: “Bu nimetler içinde ne amel işledin?” buyurur.

Adam: “Senin verilmesini istediğin tüm yerlere Senin rızan için verdim yâ Rabbi” der.

Allah: “Yalan söyledin. Bilâkis sen cömert bir kimsedir desinler diye verdin. Nitekim hakkında bu da söylenmiştir” buyurur. Sonra emir verilir, adam cehenneme atılır.

Sonra Resûlullah (asm) Ebû Hüreyre’nin dizine vurup:

“Ey Ebû Hüreyre! Bu üç kimse, Kıyamet günü, cehennemin, aleyhlerinde kabaracağı Allah’ın ilk üç mahlûkudur!” dedi.

Şüfey der ki: “Ben Ebû Hüreyre’den aldığım bu hadisi, Hz. Muâviye’ye haber verdim. Bunun üzerine Hz. Muaviye (ra):

“Böylelerine bu muâmele yapılırsa, insanların geri kalanlarına neler yapılır?” dedi ve gözyaşlarına boğuldu. Öyle ki helâk olacağını zannettim. Derken bir müddet sonra kendine geldi, yüzündeki (gözyaşlarını) sildi. Ve şunları söyledi:3

“Allah ve Onun Resûlü doğru söylediler: Nitekim Cenâb-ı Hak: ‘Dünya hayatını ve onun ziynetini isteyenlere, orada işlediklerinin karşılığını tastamam veririz. Onlar orada bir eksikliğe de uğratılmazlar. İşte âhirette onlara ateşten başka bir şey yoktur. İşledikleri şeyler orada boşa gitmiştir. Zaten yapmakta oldukları da batıldır’ buyurur.”4

Dipnotlar:

1- Keşfü’l-Hafâ, 2/312

2- Lem’alar, s. 166

3- Müslim, İmâret 152, (1905); Tirmizi, Zühd 48, (2383); Nesâi, Cihâd 22, (6, 23, 24)

4- Hûd Sûresi, 11/15-16

05.02.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Eğip bükme, eğit



Malûm olduğu üzüre, “kalıcı gündem” maddelerimizin başında eğitim sistemimiz geliyor. Son günlerde alevlenen başörtüsü yasağı ile ilgili tartışmalar da doğrudan ya da dolaylı olarak yine eğitimle ilgili. Türkiye’ye korku salmak, dolayısıyla oluşturdukları ‘korku imparatorluğu’nu devam ettirmek isteyenlerin tezlerine göre, başörtüsü yasağı sona erer ve başı örtülü öğrenciler de okullarda okumaya devam ederse eğitim sisteminde kalite düşer! Çok afedersiniz, ama bu tez, gerçekleri yansıtmak bir yana; mümkün olsa ve yapılsa ‘uluslararası palavra yarışmasında’ birincilik ödülü alabilir!

Geçmiş yıllarda binlerce başörtülü öğrenci üniversitelerde okudu, mezun oldu ve o dönemde bu sebeple herhangi bir ‘kavga’ yaşanmadı. ‘Yaşandı, başörtüsü eğitimi aksattı’ diyen bir Allah kulu çıkabilir mi?

Bu tartışmaları şimdilik bir yana bırakıp, bir ‘uzman’ın gündeme taşıdığı mevcut bir sıkıntıya dikkat çekmek istiyoruz.

Özel Okullar Birliği Derneği Başkanı Dr. Rüstem Eyüboğlu, “2 milyona yakın gencimiz üniversite önünde bekliyor. Bu eğitim için büyük bir handikap. Bu durumu gören liseliler, dersleri bırakıp ÖSS’ye asılıyorlar. Bu da eğitimin kalitesini ciddî ölçüde bozuyor. Bu sorun çok sayıda üniversite açmakla aşılabilir” demiş. (Akşam, 4 Şubat 2008)

Özel sektöre sadece vakıf üniversitesi açma izni verildiğini ifade eden Dr. Eyüboğlu, şöyle konuşmuş: “Anayasanın ilgili maddesini, ‘özel sektör vakıf üniversitesi açabilir’ değil de, ‘özel üniversiteler açabilir’ şeklinde düzenleseler, açıklıkla söylüyorum kısa zamanda 100 tane özel üniversite açılır. Üniversite kapısında bekleyen 2 milyon öğrenci de olmaz, herkes de ÖSS’ye odaklanmaz. Özel okullar yıllardır yüzde 50 kapasite ile eğitim öğretim faaliyetini sürdürüyor. Bu olumsuz durum, ancak Milli Eğitim Bakanlığı’nın özel okullardan hizmet satın alması ile giderilebilir. Şu an Türkiye geneli öğrenci toplamının ancak yüzde 3’ü özel okullara devam ediyor. Ruslarda bile bu oran yüzde 10 düzeyinde.”

Tabiî ki özel sektörün eğitime yatırım yapması, eğitimin ‘paralı ve pahalı’ olmasını netice verir. Ancak, bu durum, eğitimin hiç olmamasından daha iyi değil midir? Her konuda özel sektör ön plana çıkarken, eğitim konusunda da özel sektöre kapı açmak gerekiyor. Önemli olan, devletin bu konuda hakem olmasıdır. Nasıl ki insanların sağlık harcamalarına katkı yapılıyor, aynı şekilde belli kaideler çerçevesinde eğitimlerine de katkı yapılabilir.

Bu yapılmadığı sürece, özel sektörün eğitim yatırımlarında bir anlamda ‘gizli işsizlik ve verimsizlik’ tehlikesi sözkonusu olur. Hele hele üniversiteler konusunda özel sektöre imkân tanınmalıdır. Özel Okullar Birliği Derneği Başkanının ifade ettiği gibi 100 değil, 50 yeni ‘özel üniversite’ kurulmuş olsa, Türkiye ne kaybeder?

Hatırlamak lâzım ki, bir zamanlar ‘özel hastahane’ler de yoktu, özel okullar da. ‘Özel hastahaneler kurulsun’ denildiğinde de itiraz sesleri yükselmiş, sağlıkta büyük yolsuzluklar olabileceği ileri sürülmüştü. Ama dünyanın şartları, bu ‘ihtimal’ler sebebiyle özel sektörün önünü kesmeyi gerektirmiyor. Âdil idareciler, yanlışları denetleyip engelleme imkânına sahiptir.

Eğitim sistemi; çocuklarımızı eğip bükmekten vazgeçip, onlara ‘fıtrata uygun’ eğitim verir hale getirilsin!

05.02.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“AB ve AİHM yasağı” safsatası…



Başörtüsünün Avrupa Birliği demokrasi ve özgürlük standartlarına ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına aykırı olduğu tam bir safsata. İşin garibi, sırf iş olsun diye uluorta ahkâm kesenlerin yanısıra, koca koca rektörlerin ve hukukçuların da bu komediye başvurmaları…

Hukuka ve kanunlara en başta uyma durumunda olan merciler, ideolojik zihniyetle hukuksuz ve kanunsuz yasağa tevessül etmekte. Göz göre göre inanç, ifâde ve ibadet özgürlüğünü referans alan AB ve AİHM, hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına âlet edilmekte.

Oysa sözkonusu “Leyla Şahin dâvâsı”nda AİHM’in Türkiye’deki “mevzuat”a göre “karar” verdiği ve Ankara’nın Strasbourg’a gönderdiği ortada. AKP hükümetinin başörtüsünü, Anayasa Mahkemesi’nin, Danıştay’ın, YÖK ve yasakçı rektörlerin tepeden inme keyfî kanunsuz “gerekçe”, “yönetmelik” ve “tâlimatları”yla “Türkiye Cumhuriyeti mevzuatına aykırı” mülâhazası da çarpıtma. Tıpkı Başbakan Erdoğan’ın, “velev ki siyasî simge de olsa” çıkışını istimal eden yasakçıların istismar edecekleri bir koz…

Gül’ün başında bulunduğu Dışişleri Bakanlığı’nın, yasakçıların ileri sürdükleri uydurmaları gibi, başörtüsünün “laikliğe aykırı”, “gerginlik sebebi” ve “siyasî simge” olduğunu iletmesi üzerine şaşırtılan AİHM, “yasaklayıcı bir mevzuat” olmadığı halde, bu hükme vardı. Ardından da bunun eğitim ve inanç hakkının ihlâli anlamına geldiği gerekçesiyle konuyu bir defa daha ele almayı kararlaştırdı.

Dolayısıyla, Üniversiteler Arası Kurul’da “AİHM kararları”na dikkat çekilmesi ve başörtüsünün demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerini esas alan AB hukukuna aykırılığı iddiası tam bir çarpıtma…

* * *

Yasakçılar şimdi bu uydurma ve çarpıtmaları tepe tepe kullanıyorlar. Oysa başörtüsü ve tesettür, bütün Avrupa’da serbest; ne AB’nin, ne de AİHM’in bu hususta en ufak bir müdâhalesi yok. AB temsilcileri, “dinî bir vecîbe” olan başörtüsünün bir inanç ve insan hakkı olduğunu ve saygı gösterilmesi gerektiğini her fırsatta belirtmekteler.

Bunu İstanbul Üniversitesinde katıldığı bir toplantıda dönemin rektörü Alemdaroğlu’nun başörtülüleri salona almaması üzerine, o sırada toplantıda bulunan AİHM Başkanı Luzius Wildhaber, özgürlüğünün demokratik toplumun temel kurallarından biri olduğunu, AİHM’in başörtüsünü yasaklayan bir kararı bulunmadığını bizzat bildirmişti.

AİHM’i bahane eden yasakçılara sormak lâzım; “Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, açık veya özel biçimde ibadet, öğretim, uygulama ve tören yapmak suretiyle tek başına veya toplu olarak dinini ve inancını açıklama özgürlüğünü ihtiva eder” ibâresiyle ibadet ve eğitim hakkını temelde teminat altına alan, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) dokuzuncu maddesinin anlamı nedir?

Keza “Devletin eğitim ve öğretim ile ilgili üzerine aldığı görevleri yerine getirirken, vatandaşların dinî ve felsefî inançlarına uygun olan bir eğitim ve öğretimin verilmesini isteme hakkına saygıyı” hükme bağlayan ve hiç kimsenin eğitim hakkından yoksun bırakılamayacağını belirtilen, AİHS Ek Protokolü ikinci maddesi neyi öneriyor?

Sonra hangi Avrupa ülkesinde, halkın devletle mukavelesi olan anayasa ve yasaları, milletin değerleriyle tezat teşkil eder?

Anayasanın 90. maddesi gereğince Türkiye, uluslararası hukuku iç hukukun bir parçası kabul edip uymayı taahhüt etmiş. Üniversiteler, Türkiye Cumhuriyeti devletinin dışında mı? Milletlerarası sözleşmelerin getirdiği, din ve vicdan özgürlüğü ve eşit işlem görme hakkı gibi temel haklara aykırı olarak, inanç ve eğitim hakkı nasıl takas edilir?

Din ve kanaatini tek başına veya topluca açık olarak veya özel olarak öğretim, tatbikat ve ayinlerde açıklama hürriyetini gerektiren” İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi’nin 18. maddesi nerede kalıyor?..

* * *

Herkes biliyor ki, TBMM’de onaylanmış ve iç hukuk normu haline gelmiş İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi ve İnsan Hakları Sözleşmesi ile diğer bütün beynelmilel hukuk kurallarında başörtüsünü engelleyici hiçbir hüküm mevcut değildir. Tam aksine “yasaklamalar”ı değil, “özgürlükler”i temel alıyor.

Ve başörtüsü bütün Avrupa ülkelerinde, eğitimde ve kamuda serbest. Yasakçıların her fırsatta “örnek” gösterdikleri laisizmin beşiği Fransa’da bile başörtüsü, sâdece Müslüman göçmenlere “çapulcu” tahrikinde bulunup ülkeyi karıştıran ve Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonunu kale almayan Selânik Yahudisi Sarkozy’in tâlimatıyla devlet liselerinde yasak. Bunun dışında, başta üniversiteler olmak üzere, orta dereceli özel ve vakıf okullarda tamamen serbest…

Gerçekten hiçbir Avrupa ülkesine üniversitelerde, kamuda ve orta dereceli okullarda bile başörtüsü yasağı yokken, yasakçıların “AB ve AİHM yasağı” uydurması, hangi bilimsel kimliğe yakışıyor?..

Bilim adamları bir yasağı dayatma uğruna nasıl bir safsatayı bahane gösterir?...

Anlamak mümkün değil…

05.02.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

“İran’ın düşmanlarını temizledik”



Bilfiil görüşüp görüşmediğimi hatırlamıyorum. Ama gazeteler vasıtasıyla sürekli fikirlerine aşina olduğum bir zattı. Mısır İslâmî İşler Yüksek Konseyi Başkanı merhum Abdussabbur Marzuk’tan bahsediyorum. Marzuk öteki ve ötekilerin diyarına göçmüş. Şarku’l Avsat gazetesinde Marzuk’un ölümüyle ilgili yayınladığı yazıda ilginç görüşlerine yer veriyor. Bunlardan birisi yekpare İslâm ümmeti vurgusudur. Bu husustaki gazetenin yorumu şöyle: “Müslümanlar arasındaki birlik bağlarını teyid eder, hilâf, fırka ve Müslüman ümmetin varlığını zayıf düşüren mezhep fitnelerini terke çağırırdı. Bütün Müslümanların ve bu meyanda Arapların tamamının geleceğinin tehlikelerle dolu olduğunu söyler ve önlerinde tek seçenek bulunduğunu ifade ederdi. Birlik, birlik, birlik. Kur’ân’da ifade edilen ümmet kavramını esas almak, bunu işletmeye ve kuvveden fiile çıkarmaya gayret etmek. Sünnî ve Şiilerin yakınlaşmasını ve mezhebî ihtilâflarını bir kenara iterek aralarında güçlü bir itthad ve birlik oluşturarak onunla meydan okumalara karşı durmalarını isterdi.”

Hepimizin altına imzasını atacağımız ifadeler bunlar. Gerek Bediüzzaman, gerekse Ayetullah Humeyni de aynı şeyleri söylemiş. Meselâ Bediüzzaman: “Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu mânâsız ve hakikatsiz, haksız, zararlı olan nizâı aranızdan kaldırınız. Yoksa, şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde âlet edip, ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlûp ettikten sonra, o âleti de kıracak. Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan, uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye mâbeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz’î meseleleri bırakmak elzemdir...” demiş. Ayetullah Humeyni de hemen hemen aynı şeyleri söyler.

***

Fakat bunun gerçekleşmesi için başta samimî bir arayışa ihtiyaç vardır. Altının doldurulması ve niyeti gayretin beslemesi gerekir. İkincisi, bazı tarihî yanlışların elenmesi ve doğru yöntemin bulunmasıdır. Aksi takdirde, birlik birlik diye havanda su dövmek mümkündür. Hatta tam tersi tefrikaya düşmek mümkündür. Zira kötü niyetle zemin kazanmak maksadıyla yapılacak iyilik çağrıları istismarla tefrikayı daha da besleyecektir. Ayrıca teorik zemini pratik uygulamalar da desteklemelidir. Aksi takdirde, güvensizlik doğurur. Tam da Marzuk’un bu ifadelerinin yer aldığı gün Tehran Times’da (3/2/2008) Halilzad’ın bir ifadesi vardı: “İran’ın bölgesel düşmanlarını temizledik ve önünü açtık...” Başlığı aynen şu: “U.S. envoy: Irak gained from U.S. İnvasions” yani İran Amerikan işgallerinden kazançlı çıkmıştır. Ve fiilen de bu işgallere katkıda bulunmuştur ve halen müttefikleri vasıtasıyla Irak’ta katkıları devam etmektedir. Halilzad, İran’ın Irak ve Afganistan’da temel rakiplerini bertaraf ettik diyor. Bunlardan birisi Saddam Hüseyin, diğeri de Taliban idi.

Halilzad’dan önce Hatemi’nin yardımcılarından Abtehi ile bizzat Hatemi ve Rafsancani de Körfez gezilerinden birisinde aynı şeyleri söylemişti. Bu durumda özle söz birbirini tutmamaktadır. İran kendisini mutlak haklı yerine koymakta ve dolayısıyla rakiplerine karşı yaptığı herşeyi meşrû addetmektedir. Halbuki birlik iki farklı taraf arasında olur. Siz karşı tarafı müstakil bir varlık olarak görmüyorsanız orada birlik değil tebeiyet olacaktır. Dolayısıyla burada yöntem ve samimiyet meselesi var. İran Cumhurbaşkanı Nejad belki de komşu ülkeler arasında Bağdat’ı ilk ziyaret edecek cumhurbaşkanı olacaktır. Zaten sürekli olarak Tahran Irak’ın ‘taifi’ yönetiminin siyasî eşiği haline geldi. İki kocalı Hürmüz gibi. Diğer eşik de ABD’dir. Irak, İran’ın kutsal Şiî eşiklerini ve beşiklerini barındırırken bu defa kendisi de Irak’taki Taifistan anlayışının siyasî eşiği oldu.

***

Nejad’ın ziyaret tarihinin açıklanmasının hemen ardından Maliki hükümeti ABD ile pakt kuracaklarını ilân etti. ABD’nin Bağdat Büyükelçisi Ryan Crocker, Ocak 2008’de Reuters ajansına verdiği demeçte, böyle bir paktın yıllar, hatta on yıllar boyunca ikili ilişkilerin çatısını belirleyeceğini belirtmişti.

İran 2007 yılında Mevlânâ ihtifalleri dolayısıyla Mevlânâ’ya da sahip çıkmak istedi. Halbuki Kültür Bakanlığı Mevlânâ’nın fikirlerinin ve tasavvuf anlayışının kendilerine yabancı olduğunu açıkladı. Peki öyleyse neyin bereberliğini kutluyorlar veya nesine sahip çıkıyorlar? Aynı şekilde İran Meşhed’de 2008 yılı içinde Türkiye’deki bazı kurumlarla birlikte Hacı Bektaşi Veli konferansı tertip etmek istiyor. İran’ın Hacı Bektaşı Veli gibilerine sahip çıkması Alevî kesimlerle köprü kurma amacına matuf olabilir. Bu da Yavuz’un kestiği sürecin Türkiye üzerinden tamamlanması projesidir. Dolayısıyla, iyi niyetli olalım, ama ihtiyatı da elden bırakmayalım. Bazen yöntem yanlış olunca insan kaş yapayım derken göz çıkartabilir.

05.02.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri