Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Mehmet KAPLAN

Neler oluyor?



Sevgili okurlar!

Dünyanın çivisi çıktı galiba...

Daha doğrusu yaşını-başını almış bu yaşlı gezegenimizin çivisini biz çıkardık.

Aslında dünyamız oldukça küçük…

Küçük, ama çok değerli…

Bizim için gözümüz ne kadar değerli ise evrende de dünyamız o kadar değerli.

***

Bu kadar değerli bir dünyanın dünyasını kararttık evvelallah!..

Değer diye bir şey kaldıysa tâbi.

Bir zamanlar herkesin ağzından düşürmediği yükselen değerler sözünü bile anmaz olduk.

O yükselen değerler nelerdi sahi?

Azaldı galiba.

Çünkü değerli olan umursanmaz oldu!

***

Dünya geliştikçe birey dağıldı.

Toplum geliştikçe aile zayıfladı…

İletişim arttıkça içe kapandık.

Bencilleştik!

Sadece kendimizi yaşar olduk.

Daha doğrusu kendimize bile zaman ayıramaz hâle geldik…

Birbirimizin yüzümüzü ise temelli görmez olduk!..

***

Kışlar bahar gibi ; mevsimler farklılaştı!..

Sevgili okurlar !

Dedik ya dünyanın şirazesi kaydı.

Peki her derdin dermanı yok mu?:

Var tâbiî:

Hemen; daha bu yazı biter bitmez sevdiklerimize bir saat zaman ayıralım..

Onları ziyarete gidelim…

Hâlâ; “Zamanım yok…” demeyin lütfen.

Çünkü geniş zamanımız kaldığında

Çevremizde hiç kimse kalmamış olabilir!..

07.02.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Sağduyuya dönüş fırsatı



Başörtüsü yasağını kaldırmak için başlatılan son girişim, anayasanın eğitim hakkıyla ilgili 42. maddesine kılık kıyafet özgürlüğünü vurgulayan bir ek koyma fikriyle yola çıktı.

AKP’nin gündeme getirdiği bu teklife MHP “42 yerine, eşitlikle ilgili 10. maddeye ek yaparak sorunu çözebiliriz” formülüyle karşılık verdi.

Sonra iki parti bir araya gelerek, her iki teklifi de birleştiren yeni bir metinde mutabık kaldılar.

Bunu yaparken, anayasaya kılık kıyafetle ilgili özel bir ibare koymanın doğru olmayacağı kanaatinde de birleştiler ve buna ilişkin düzenlemeyi YÖK kanunuyla yapmayı öngördüler.

Böylece, ilk anda kamuoyuna tek paketmiş gibi sunulan veya öyle algılanan, ama gerçekte iki ayrı paketten oluşan bir formül geliştirdiler.

Bunlardan biri, anayasanın iki maddesinde değişiklik öngören bir mini anayasa paketi, diğeri ise YÖK kanununun ek 17. maddesine ilâve edilecek tek maddelik bir kanun değişikliği.

Anayasa paketinde MHP’nin imzasını taşıyan 10. madde değişikliği, sorunun çözümüne hiçbir katkısı olmayacak “sade suya tirit” bir formül. Ama “uzlaşma adına” metne dahil edildi.

AKP’nin öngördüğü 42. madde değişikliğinin ilk şeklinde, kanunda açıkça belirtilmeyen hiçbir sebeple eğitim hakkının kısıtlanamayacağı ve sınırlamaların kanunla yapılacağı belirtilerek, YÖK yasasına ilâvesi öngörülen maddenin anayasal zemini oluşturulmak isteniyordu.

Ancak “eğitim-öğretim” ifadesinin bütün eğitim kurumlarını kapsadığı uyarısı üzerine, “yüksek öğretim” ibaresinde karar kılındı. Ve getirilmek istenen serbestliğin üniversitelerle sınırlı olduğu AKP ve MHP lider ve yöneticileri tarafından defaatle vurgulandı.

Ne var ki, bu yolun gerçekte anayasada var olmayan ve sadece Anayasa Mahkemesinin tartışmalı içtihadına dayandırılan—Sami Selçuk’un ifadesiyle sanal ve hayalî—bir yasağın, üniversite dışı alanlar, özellikle İHL’lerin de dahil olduğu ilk ve ortaokullarla kamu hizmeti verenler için anayasal bir kural olarak devamına zemin hazırlayacağı; ve bu yapılırken üniversitelere getirilmek istenen serbestinin de yine yargı engeline takılabileceği kaygısı ortaya çıktı.

Ancak görünen o ki, AKP de, MHP de bu haklı endişelere kulak verme niyetinde değiller.

Nitekim ortak tekliflerini 348 imza ile Meclis Başkanlığına sunup Anayasa Komisyonundan geçirdiler. Teklif şimdi Genel Kurul aşamasında.

Bu süreç devam ederken DSP Genel Başkanının “Gerginlik artıyor, girişiminizi erteleyin, sonra ortak çözüm bulalım” teklifine Başbakanın cevabı, anayasa değişikliğinden vazgeçmeyecekleri, ama YÖK kanunundaki düzenlemeyi müzakere etmeye açık oldukları yönündeydi.

Sorunu yasayla, hele çene altı gibi komik formüllerle çözme girişiminin isabetliliği konusunda bizzat Erdoğan’ın zihninde de tereddütlerin bulunduğuna işaret eden bu tavır ve hukukçular tarafından aynı yönde hazırlanan bir rapordaki uyarıların parti MYK'sında tasvip gördüğüne ilişkin haberler, şu aşamada dahi bir itidal çizgisinde buluşulması ihtimalinin bütün bütün ortadan kalkmadığını gösteriyor.

Yasa girişimi askıya alınır, YÖK’teki değişim iyi yönetilir ve CHP de sağduyu çizgisine dönmeyi başarırsa, bu sıkıntı daha kolay aşılabilir.

07.02.2008

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Yangın



Almanya'da çıkan dehşetli yangının "sabotaj" olma ihtimali gün geçtikçe güç kazanıyor. Görgü tanıkların ifadesine göre, yangını çıkaran kişinin siyah saçlı beyaz tenli bir Alman genci olduğu söyleniyor. Olayın adlî, siyasî ve toplumsal boyutu daha çok tartışılacak gibi görünüyor.

Ben o tek kare fotoğraftan etkilendim.

O kare, ilk bakışta ürkütüyor. Çünkü bir anne yavrusunu aşağı atıyor. Minicik beden boşlukta bir bilinmeze doğru yol almış… Fotoğraf makinası bu "an"ı dondurmuş… Çocuğun akıbeti meçhul…

Fotoğrafın bir başka boyutuna baktığınızda:

Anne çocuğunu hayatta tutabilmek için aşağı doğru atıyor. Aşağıda avuçlarını açmış Alman emniyet müdürlüğüne bağlı bir Türk polis onu tutuyor.

Peki aşağı atmasa ne olur? Alevlerin pençesi onları yakalamadan muhtemel bir duman zehirlemesinden ölecek… Şefkat madeni anne bu tehlike karşısında, önce yavrusunu kurtarmak için onu hayata doğru fırlatıyor.

Bu bana çok mühim bir olayı da hatırlattı….

Toplumsal olaylara karşı çok duyarlı ve hassasiyetleri ile dikkat çeken "gönül sultanları" bu ülkenin manevî dinamiklerini de oluşturuyordu kuşkusuz.

Manevî önderlerin bu hassasiyetine baktığınızda hiçbirşeyi olmamalarına rağmen, her şeyini bir insanın imanının kurtulması için sarf ediyorlardı.

Bediüzzaman Said Nursî işte bu önderlerden biriydi. Müstesna hayat mücadelesinde sarfettiği şu sözleri kim unutabilir:

"Karşımda bir yangın var. Bana, 'sen şuna buna niçin sataştın?' diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım tutuşmuş yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış… Ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler."

Bugün toplumun hangi önde gelen siyasi, fikir ve düşünce adamı bu sözleri söyleyebilir, gerçek hayatta onu tatbik edebilir?

Hangi biri veya birimiz yanan evladımızı kurtarmak için kendimizi dev pençeleriyle yanan alevlerin kucağına atabiliriz?

İşte, bir fotoğraf karesinin düşündürdükleri.

07.02.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Ankara Mezhebinin imamı!



Ankara Mezhebi sonunda beklediği veya aradığı imamını buldu. Nasıl oldu, diye sormayın. Kendiliğinden oldu. ‘Tencere yuvarlandı, kapağını buldu’ misali. Boş duran post veya makam dolduruldu. Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’nin Mısır’dayken söylediği bir öngörüsü daha çıktı. Mısır’a gittikten sonra daha doğrusu sürgün yıllarında Ankara’nın laiklik mezhebini (mezhep Arapça da doktrin mânâsında da kullanılmaktadır) benimsediğini düşünür ve Mes’eletü Tercemeti’l Kur’ân ve sair eserlerinde sık sık Ankara mezhebine atıfta bulunurdu. Hatta Mısır’da bu yeni mezhebi benimseyenlerle boğuşup, cedelleşip dururdu. Sık sık kalem kavgalarına tutuşurdu. Sözkonusu eserlerinde yeni rejimin bu doktrini benimsediğini düşünür ve vurgusunu buna göre yapardı. Ankara’da yeni nüvelenen ve taazzuv eden (organik hale gelen) yeni çığırdan ‘Ankara mezhebi’ diye bahsederdi. Ankara mezhebi aslında imamını arıyordu. Sahibini arayan madalya gibi. Sonunda buldu da.

Baykal’ın İslâm fıkhına ve akaidine bu kadar vukufiyetini ve muttali olduğunu doğrusu ben de kestiremiyordum. Krizler bazen fırsat olduğu gibi köşede bucakta kalmış gizli cevherleri de açığa çıkartıyor. Bu meyandaki müdellel konuşmaları bu payeyi veya ‘mezhep imamlığını’ bihakkın ihraz ettiğini ortaya koymuştur. Mezhepdaşlarına veya doktrin kardeşlerine hayırlı uğurlu olsun. Bulmuşken kıymetini bilsinler. Kolay kolay ele geçmez ve hiçbir babayiğit eline su dökemez. Aslında insanın aklına gelmiyor da değil. Acaba bütün bunları Yaşar Nuri Öztürk’ten mi kaptı? Bunlar ondan öğrendiklerinden dağarcığında kalanlar olmasın? Yoksa, gizli dini danışmanları mı var? Olur ya!

Bu Baykal’ın eline su dökülmez. Gerçi Demirel için de ‘yedi defa gitti, sekiz defa geldi’ derler ama onun gidip gelmeleri hep devlet katındadır. Ya başbakanlık ya da cumhurbaşkanlığı... Baykal ise bakanlıktan yukarısını göremedi galiba oradan tekaüde çıkacak. Ama CHP’nin başına kaç defa gidip geldiği hakkında rivayetler muhtelif. Bugüne kadar ‘klik imamı’ olarak anılıyordu ama Meclis’te kendi grubuna yaptığı tarihî konuşmadan sonra Ankara Mezhebinin imamı olduğunda artık şüphe kalmadı. İşi Yaşar Nuri Öztürk’ün elinden kaptı. Hazret, Şahin Filiz gibi isimlerin doğrultusunda, ama onlardan biraz hafiften de ayrılır biçimde, ‘başörtüsü İslâmın icaplarından birisi değil’ diyor. ‘Diğer dinlerde de var’ dedikten sonra son hükmünü veriyor: Var ama takmaya gerek de yok.

***

İşte Ankara imamından yeni içtihadlar:

“İslâmiyettte hımar diye bir tabir vardır. Fıkıhçılar bu örtü müdür başörtüsü müdür konusunda tartışmış, çoğunluk baş olarak algılanması konusunda fikir belirtmiştir. Kastedilen ‘başın örtülmesiyse saçın bir tek telinin gözükmesi de günah mıdır?’ konusunda fikir alış verişinde bulunulmuş, bazıları kulakların altındaki saçların gözükeceğini belirtmiştir. Hanefi mezhebinin imamı İmam-ı Azam, kadının saçının 4’te birinin açılmasının namazı bozmayacağı hükmüne varmıştır. Bir tek vatandaşın saçının bir telinin görünemez radikal anlayışını sahiplenmesine saygı duyarım. Bu içtihadî yorumun anayasa hükmü haline getirilmesi kabul edilemez. Bu yanlış olur. Çok tehlikeli. Çok yanlış yapmış olursunuz. İşte laiklik bu.. İslâmiyette tesettür var. İslâmiyette çok şey var. Nerede duruyor tesettür. Kurucu unsuru mu İslâmiyetin? Kurucu unsuru, Kelime-i Şahadet.. Büyük günahlar var. Küçük günahlar var. Bunlara bakınca tesettür nerede duruyor? Büyük günahlar bellidir... Şirk koşmak, adam öldürmek, savaştan kaçmak, namuslu kadınlara iftira atmak, yalan yere şahitlik etmek, rüşvet, hırsızlık, gıybet, anne-babaya asi olmak, sözünde durmamak, emanete hıyanette bulunmak.. Tesettür yok listede ama bunların hepsi var. Tesettür konusunda bir günah yok bir tavsiye midir, emir midir bilemiyoruz. Bunu tek tel görünmeyinceye kadar örtünene de uyana da uymayana da saygı duyuyoruz. Ancak onlar da diğerleri kadar Müslüman. Bunu niye anayasa kuralı yapıyorsun. Sana ne kardeşim. Anayasa kuralı yapınca bölünme başlıyor. Nerede başlıyor bölünme? Üniversite bir bütün. Bu anlayış değiştirilirse ne olacak üniversitede... Sınıfta öğrencilerin bir kısmı türban takacak bir kısmı takmayacak. Dini inanca göre ayrılmış bir sınıfı göreceksiniz. Sonra mezhep ayrılıkları çıkacak. Bu iyi bir şey mi? Din kriterini gözüne sokan bir eğitim anlayışı doğru bir pedogoji mi? Birikmiş problemleri çözüyorlarmış.. Laikliği bize emanet edin diyorlar. Ciğeri kediye emanet ederim de laikliği sana emanet etmem. Bu kişiler yakın bir zaman önce millet istemezse laiklik tabii kalkacak diyenler değil miydi? O gün öyle düşünüyorlardı bugün değiştiler. Bugün de değişirlerse ne olacak peki.. Türban meselesini iyi niyetle suistimal edenler de var. Humeyni’nin ilk kurbanı liberaller ve demokratlar oldu. Bizde de var öyle.. Ne solcu ne sağcı, yağcı bir grup var ortada.. Her dönemde vardır bu yağcılar. Gelecek dönemde de olacak bu yağcılar. Bu yağcılar için garanti yoktur. Mezbahaya götürürler danayı. Dananın kasabın bıçağını yalayarak kurtulma şansı yoktur...”

***

Mezhep imamları içtihad yapar da Ankara imamı yapamaz mı? Hem de bal gibi yapar. Mezhep imamları dörtte bir açılabilir veya hiç açılmaz diyorsa Ankara İmamı da laiklik doktrini doğrultusunda içtihad ederek ‘hepsi açılmalıdır’ diyor. Öyle diyorsa emir demiri keser. Ankara mezhebi galiba laik mezhepler arasında en katısı. Baykal da imamların en titizi. Kılı kırk yaranı. İşi şansa bırakmak niyetinde de değil. Ne olur ne olmaz! Millete kural emanet edilmez.

Oysa ki dünyanın hiçbir yerinde ve ülkesinde laiklik kuralı başörtüsü ile zedelenmiyor, ne hikmetse bizimki zedeleniyor. Hem de ilanından 71 yıl sonra! Gel de bu işe şaşma. Ya çok narin, kırılgan ya da çok huylu, pimpirikli.

Baykal’ın mezhep imamlarından eksiği yok fazlası var. Sosyoloji ve hatta antrapolojide de mahir bir imam. Zira başörtüsünün bize Abbasilerden, Vehhabilerden ve Emevilerden geçtiğini ve onların yadigarı olduğunu söylüyor. Öyleyse Tahran’a kaçak yollardan mı gelmiş? Ya da Saraybosna’ya başörtüsünü Vehhabi mezhebindeyken mi götürdü? Hani Vehhabiler oralarla çok ilgileniyorlar ya!

07.02.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Değişimi siz istemediniz mi?



Yıllardan beri ‘değişelim, değişelim’ diyenler; Türkiye’nin ‘arzu etmedikleri istikamette’ değişmesi karşısında üzüntüden ‘hasta’ olma noktasına geldiler. Hem milleti ‘gerici’ diye itham ediyorlar, hem de her fırsatta ‘geçmişte/geride’ kalan tarihlerin hasretini çekiyorlar.

Başörtüsü tartışmalarının alevlenmesi üzerine bir açıklama yapan hukukçu kimlikli bir isim, “Ah, nerde o günler. Biz 1960’ların görüntüsüne hasretiz, o fotoğrafları, o günleri arıyoruz” anlamına gelebilecek değerlendirmelerde bulunmuştu. Tabiî ki hiç kimsenin arzu ve isteğine ‘gem’ vurmak gibi bir niyetimiz yok. Ancak bir yandan ‘Değişelim, değişmeyen tek şey değişim’ deyip; akabinde de milletteki değişimi kabullenmemek, itiraz etmek anlaşılır değil.

“1960’ları özledik” diyenler, aslında 1950 öncesi ‘tek parti’ devrini özlüyor. Bunu da ifade edenler var, ancak bu talepler millet nezdinde itibar görmediği için “1960’ları özledik” diyerek bir anlamda ‘takıyye’ yapıyorlar. Peki, “1960’ları özledik” diyenler millet nezdinde itibar ve destek görüyor mu? Tek kelimeyle, hayır.

Türkiye’nin değiştiği ortada. Ancak bu değişim, milleti zorla tarihine ve değerlerine ‘düşman’ etmek isteyenlerin arzusu istikametinde değil, tam aksine, tarihine ve değerlerine sahip çıkacak istikamette gelişti. Niçin mi? Türkiye’yi değiştirmek isteyenler bunu; insanları ikna ederek değil, zorla yapmak istedikler. Daha da önemlisi, arzu ettikleri yöndeki değişim, insan fıtratına aykırı bir değişimdi. Onların arzu ettikleri değişim, ‘Din afyondur’ şeklinde özetlenen bir değişimdi aynı zamanda. Oysa İslâm dini, fıtrata uygun olanı tavsiye ediyor ve onu öğütlüyor. Bu bakımdan İslâm kalpleri fethetti, değişim de bu yönde tecellî etti. İşte, dün ‘Değişelim, değişelim’ diyenlerin; bugün ortaya çıkan değişimi kabullenmek istememelerinin temelinde bu ‘çelişki’ yatıyor.

Bir noktayı daha unutmamak lâzım: Türkiye’deki değişimin, gücü elinde bulunduranların arzuları istikametinde tecellî etmemesi, aynı zamanda dünya gerçeğiyle de uyumludur. Son yıllarda dünyada gerçekleşen değişim de, ‘insânî değerleri önceleyen bir değişim’ olarak ortaya çıkmaktadır. Belki istisnalar vardır, ama insanlık yaratılışı gereği ‘iyi ve güzel’e aşık olduğu için hür dünyadaki değişim müsbet yönde tecellî etmektedir. Türkiye’deki değişimden rahatsızlık duyan ve 1960’ları özleyenler bunu da düşünmeli.

Genç kızların, hanımların; hem de ‘sıcak’ havalarda başörtüsü ile dolaşmasını akıllarına sığdıramayan bazıları da geçmişte benzer şeyleri söylemişti. Yok efendim, eskiden başörtülü üniversite öğrencisi yokmuş! Eskiden yoktu diye şimdi de olmasın mı? Hem eskiden başörtülü öğrenci olmamasının sebebini araştırmış mıydınız? Bir yandan yasaklayıp, bir yandan da ‘eskiden yoktu’ demenin bir anlamı var mı? O pencereden bakılırsa, bugün de başörtülü üniversite öğrencisi yok denilebilir. Niçin? Çünkü kanunsuz da olsa fiilen bir yasak var, başörtülü öğrenciler üniversite kapılarından geri çevriliyor...

Gücü elinde bulunduranlar, Türkiye’nin değiştinini fark etsin ve bu değişim doğru yorumlasın. Aksi yöndeki tavır, suları tersine akıtmaya çalışmakla eşdeğerdir. ‘Sular tersine akıtılabilir mi?’ şeklindeki bir soru bile abestir. Lütfen, abesle iştigal etmeyin!

07.02.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İşi sağlam yapmak için



İmam-ı Gazâlî, kâinatın harika düzenini, mükemmeliyetini ve güzelliğini görüp demiş ki: “Kâinat ancak böylesine güzel ve mükemmel olabilir. Daha güzelini düşünmek mümkün değil.”

Dünya şartlarında bu böyle. Hangi şeye baksak bu hükme hak vermemek mümkün değil. Kur’ân da bir âyetinde, “O herşeyi en güzel şekilde yarattı”1 buyurmuyor mu?

Kâinat kitabı dediğimiz yerler ve gökler böyle. Allah, Esmâ-i Hüsnâsını tecellî ettirmiş, bu güzellikler meydana gelmiş. Bize düşen de, “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanınız” kaidesi gereğince yeryüzündeki bu güzellikleri yaşayışımızda da yansıtmak. Yani biz de işimizi güzel ve sağlam yapmakla mükellefiz. Onun için de emirlerin bu hakikati yerleştirmek, yasakların da bu düzeni bozmamak için konulduğunu biliriz.

İşte bakın bu emirlerden iki tanesi şöyle: “Allah, işçinin işini güzel yapmasını sever.”2

“Allah, işçinin işini sağlam yapmasını sever.”3

Bu ikinci hadisi, Sirâcü’l-Münîr’inde şerheden Azizi, kişinin işini sağlam ve güzel yaptığında Allah’ın yardımına kavuşacağını, işinin sağlamlığı ve mükemmelliği ölçüsünde sevap kazanacağını söyler.

İşini geçiştirenlerin kulakları çınlasın. Tabir yerindeyse, Allah bizi ve herşeyi özene bezene en güzel şekilde yaratmış, biz ise işimizi geçiştiriyor, üstünkörü yapıyoruz. İşin de bir haysiyeti, şanına yakışanı vardır. Mimar Sinan, köprü de yapsa en sağlam bir şekilde yapıyordu. Aradan asırlar geçtiği halde yanındaki yenisinin sellerde yıkılıp gittiğini onun sapasağlam ayakta kaldığını biliyoruz?

Herkes kendi işinin işçisi, sanatının sanatkârı. Hangi meslek ve sanatta isek onu en sağlam yapmakla mükellefiz.

Yine bu hadisin şârihlerinden birisi Şeyh Hafnî bize ilginç bir olay anlatır: Sanatkârın biri bir iş yapar. Fakat işi geçiştirmiş, iş olsun kabilinden, üstünkörü yapmıştır. Müşterisine teslim eder, ama gece uyku tutmaz. Çünkü içine sinmemiştir. “Ben bu işi vermemeliydim” diye düşünür. Ve sabah olur olmaz gider, işi teslim ettiği müşterisinden geri alır, en sağlam, kaliteli bir tarzda yapıp iâde eder. Müşteri merakla sorar: “Niye böyle yaptın?” Adam cevap verir: “İşimi gerektiği gibi sağlam yapmamıştım. Allah sanatımı elimden alır diye korktum.”

Bu örneği anlatan Şeyh Hafnî der ki: “Sanatkâr işini sağlam yapmadığında müşterisini aldatmış olur. Allah da o sanatını elinden çekip alır.”

İşi güzel ve sağlam yapmak o sanatın hem hakkı, hem de şükrü değil midir?

Evet, nimetler hakkı verilirse devam eder, artar. Aksi halde elden alınır.

Dipnotlar:

1- Secde Sûresi: 7.

2- Siracü’l-Münir (Camiü’s-Sağîr Şerhi), 1:413.

3- A.g.e.

07.02.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Sadakat, sebat ve metanet



Gazneli Mahmud, birgün, emirlerini dinleme derecelerini anlamak için vezirlerini imtihandan geçirir. Elindeki değeri biçilmez mücevheri vezirlerine gösterdi ve değerini sordu. Hepsi, “Paha biçilmez!” olduğunu söyledi. Bunun üzerine teker teker:

“Bu mücevheri kır!” diye emretti.

“Bu paha biçilmez bir cevherdir, onu kırarsam sana kötülük etmiş olurum. Bu kötülüğü sana yapamam!” meâlinde cevaplar verdiler ve cevheri kırmadılar. Sultan Mahmud hepsinin sözünü beğendi ve onlara hediyeler verdi. Sıra en sadık bendesi Ezar’a geldi. Ona da değerini sordu; çok değerli olduğu cevabını aldı. Bunun üzerine:

“Onu kır!” diye emretti. Hiç tereddüt etmeden mücevheri yere atıp kırdı. Herkes şaşkınlıkla ona baktı ve “Ne yaptın Ezar, bu kadar kıymetli bir cevheri nasıl kırdın?” diye sitem etti. O şöyle dedi:

“Evet bu mücevher çok değerliydi, ama padişahın emri daha da değerlidir. Onu kırmaktansa bu mücevheri kırdım.”

Bu cevabı çok beğenen Gazneli Mahmud şöyle dedi:

“Sadakat imtihanını Ezar kazandı ve en büyük hediyeyi hak etti!”

***

Zaman zaman kendimizi, “Dâvâma sadakatim nedir? Risâle-i Nur’un meselelere yaklaşım tarzını ne derece biliyorum; ne nisbette uyguluyorum?” diye test etmeliyiz.

Mürid, şeyhinde fani olur; hiç sorgulamadan ne derse yapar. Nur mesleğinde “taassup” (bir şeye körü körüne yapışma) yok; “salâbet” vardır. Yani, hakkı, gerçeği, akla ve delillere/belgelere dayanarak bulduktan sonra ona sıkı sıkı sarılmaktır.

Unutmayalım ki, Risâle-i Nur’da ortaya konan ölçüler ve prensipler, günlük değil; çağları tarayan hakikatlerdir, ana şablonlardır. Buna şöyle temas eder Bediüzzaman:

“Neşrettiğim umum makalâtımdaki umum hakaikte nihayet derecede musırrım (ısrar ediyorum). Şayet zaman-ı mazi cânibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletnâme-i şeriatla davet olunsam; neşrettiğim hakaiki aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim.

“Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidât-ı ukalâ (akıllı eleştirmenler) mahkemesinden tarih celbnâmesiyle celb olunsam, yine bu hakikatleri, tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim.”1

Bir asra yakındır doğruluk ve isabetleri yüzde yüz ispat edilen Risâle-i Nur’un ölçülerine, prensiplerine bağlılığımızı da test etmeliyiz. Yani, hizmet, meslek ve meşrebimizdeki sebat ve metanetimiz nedir?

Bediüzzaman, Nur talebelerinin bazı özelliklerini şöyle vurgular:

* İmandan sonra en fazla takva ve amel-i salihi esas tutmak. (Takva, menhiyâttan ve günahlardan uzak kalmak, ve amel-i salih emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır.)2

* Nur telebelerinin mabeynlerinde olan samimâne dostluk ve kardeşlik tam devam ve sebat ettiği gibi, onların Risâle-i Nur’a karşı alâka, irtibat ve sadakatleri, aynen mabeynlerindeki halisane münasebetleri gibi hem devam ediyor, hem metanet kesb ediyor, arızalarla sarsılmıyor. Cenâb-ı Hakka şükrediyorum ki, böyle halis, muhlis ve başkalara hüsn-ü misal olan sadık şakirtleri Risâle-i Nur’a vermiş ki, daimî hakta hulus ile ve Nur hizmetinde sabır içinde şükrediyorlar.3

* İhlastan sonra en büyük esas sebat ve metanettir. Ve en büyük kuvvetimiz tesanüdde bulunduğundan;4

* Ve o metanet cihetiyle şimdiye kadar çok vukuât var ki, öyleler, herbiri yüze mukabil bu hizmet-i Nuriyede muvaffak olmuş âdî bir adam ve yirmi otuz yaşında iken, altmış yetmiş yaşındaki velîlere tefevvuk etmişler var.5

1- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 50.

2- Kastamonu Lâhikası, s. 106.

3- Emirdağ Lâhikası, s. 81.

4- Age, s. 261.

5- Kastamonu Lâhikası, s. 187.

07.02.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yasakçı gelenek zorda



Sosyal demokrat bir parti diye geçinen CHP'nin dünya üzerinde ikinci bir benzeri yok.

Zira, başka ülkelerde sol veya sosyal demokrat tandanslı partilerin hemen tamamının en belirgin özelliği, özgürlüklere taraf olmak ve yasaklara karşı çıkmaktır.

Bizdeki Halk Partisi, işte bu yönüyle tektir ve yapayalnızdır. Çünkü, oldum olası hürriyetlere karşı olduğu gibi, yasakların da en şedit savunucusudur.

Meselâ, bu parti Cumhuriyet'in ilân edilmesinden hemen sonra (3 Mart 1924) Hilâfeti lağvetti, medrese eğitimini tümüyle yasakladı, dahası Osmanlı Hanedanına mensup bütün fertlerin yurt içinde yaşamalarına kànunî yasak getirdi.

Bunlar, uzayıp giden yasak "zinciri"nin ilk halkalarıydı.

Bu zincire, devam eden yıllarda yeni halkalar eklendi. Şöyle ki:

* Muhalefet partilerini kapattı, alternatif siyasî teşekküller yasaklandı. Bu benzersiz yasak 1945'e kadar devam etti.

* Kur'ân harfleri (Arap alfabesi) yasaklandı. Kur'ân'ın serbestçe okunması, ancak 1950'den sonra mümkün olabildi.

* Aynı parti, 1932'den itibaren Ezân–ı Muhammedî'nin okunmasını yasakladı. Tam 18 yıl müddetle...

* Bu parti, 1924'ten 1949'a kadar okullardaki "din dersleri"ni yasakladı.

* Aynı zihniyet, 1960'tan sonra da bir dizi yasağa imza attı. 1935'ten sonra sayısız mahkemeden geçirilen Risâle–i Nur okuycuları, yeniden takip ve tarassut altına alındı.

* Bu parti, tesettürü yasakladı. Halen de bu yasağın şiddetlendirilerek devamını istiyor. İstiyor istemesine, ancak artık eskisi kadar tesir gücü kalmadı.

Tarihî gelenek, asırlık misyon, adeta can çekişiyor.

Bakalım, bu partinin kronikleşmiş yasak savunmacılığı ne zamana kadar böyle sürüp gidecek.

Anlaşılan o ki, takatini iyice kaybeden Halk Partisi, yasakçılıktan yana son bir hamleyi daha gerçekleştirebilmenin tasasına düşmüş durumda.

GÜNÜN TARİHİ 7 Şubat 1919

Filistin'den İstanbul işgaline Allenby

Arapların Osmanlı'dan kopmasında en aktif rolü oynayan işgalci İngiliz komutan Mareşal Allenby, yeni bir işgal harekâtını hızladırmak üzere İstanbul'a geldi.

Gelişinin hemen ikinci günü (9 Şubat 1919), Osmanlı hükümetine 12 maddelik bir muhtıra vererek, gerek askerî ve gerekse siyasî gelişmelerin kendi kontrolleri dahilinde yürütülmesini istedi.

Bu tarihten itibaren, İstanbul'daki işgal güçlerinin tavırları daha da sertleşmeye başladı.

Bunun yanısıra, iç meselelerde de baş döndürücü bir kargaşa yaşanmaya başlandı.

İngiliz himayesini gören ayrılıkçı teşkilâtlar bir bir kurulurken, işgale karşı olan vatanperverlere de şiddetli baskı ve tehditlere mâruz bırakıldı.

Bir süre sonra kurulan mahkemelerde, Boğazlıyan Kaymakamı başta olmak üzere, birçok vatan evlâdı idam veya kurşuna dizilmek sûretiyle katledildi.

* * *

General Allenby, İstanbul'a Suriye–Filistin Cephesinden geliyordu.

Oraların işgalini tamamladıktan sonra, Osmanlı'nın kalbi İstanbul'a yönelmiş ve burayı da genel işgal plânına dahil etmişti.

Mareşal Allenby, 1917 yılı sonlarında Mekke ve Medine'nin bütünüyle Osmanlı'dan kopmasını sağladı.

Hemen ardından Filistin'e yöneldi ve ne yazık ki, Aralık ayı başlarında Kudüs'ü de ele geçirerek işgal sahasını genişletti.

Kudüs'ün işgalini Avrupa'ya duyurduğunda ise, generalin şu ifadeyi sarf ettiği rivâyet edilir: "Bu, Hıristiyanlık âlemi için bir Noel hediyesidir."

Avrupa'da da, Allenbey'nin "Sekizinci Haçlı Seferi"ni başarıyla tamamladığından söz edilmeye başlanır.

Savaşın sonlarına doğru bölgede bulunan Osmanlı askerinin 40 bin civarında olduğu tahmin edilirken, işgalci İngiliz kuvvetlerinin ise, 100 binden fazla olduğu, birçok kaynakta yer almakta.

Buna rağmen, Filistin–Suriye Cephesinde dört yıl müddetle mukavemet sağlanmış ve işgal hareketinin hızı kesilmiştir.

Ancak, ne zaman ki, İslâm birliğinden hoşlanmayan bazı İttihatçı subaylar bölgeye varıp İngilizlerle temasa geçtiler, bölgenin istikbâli de sür'atle kararmaya başladı.

Yaklaşık dört yıldır o topraklarda cihad eden Osmanlı askerleri, adeta bir danışıklı dövüşe kurban edilerek işgalci güçlerin tuzağına düşürüldü.

On binlerce Osmanlı askeri, vurularak, yahut önce esir edilip sonradan öldürülmek suretiyle imha edildi.

O cephedeki İttihatçı subayların bu halini gören ve hemen hiç mukavemet göremeden Anadolu sınırlarına kadar gelebilen İngiliz generali, işgal hevesi daha da kabararak İstanbul'a yöneldi.

* * *

Zafer kazanmış bir kumandan edâsıyla İstanbul'a gelen Allenby, başta gayr–ı müslim tebaa olmak üzere, ayrılıkçı bilumum klik ve grupların memnuniyeti celp etti.

Atına binerek İstanbul'u turlayan işgal komutanı, bu sefil kesim tarafından coşkun bir tezahürat gördü. Bu da onu bir hayli ümitlendirdi.

İstanbul'da 1918 yılı sonlarında başlayan, 1919 yılı başlarında şiddetlenen, 1920 yılı Mart'ında ise had safhaya çıkan işgal hareketi, halktan ve bilhassa medrese ehlinden yüz bulamayarak, nihayet Ekim 1923'te tamamiyle sona ermiş oldu.

Böylelikle, Mekke, Medine, Kudüs, Şam, Halep ve Bağdat'tan sonra İstanbul'u da almak isteyen büyük işgal hevesi, İngilizler'in kursağına hapsoldu.

07.02.2008

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Bir ülke istiyorum



Evet bir ülke istiyorum.

Dağından taşına kadar hür olsun.

Bir ülke istiyorum. Kin ve gayzı olmasın.

Bir ülke istiyorum. İsteyenin, istediği şeye inandığı, inandığı şey için horlanmadığı...

Bir ülke istiyorum. Başı örtülünün başı örtüsüze, başı örtüsüzün de başı örtülüye karışmadığı...

Bir ülke istiyorum. Doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine güzel ve güvenli yolları ile ulaşılsın.

Bir ülke istiyorum. Ezanlarının yurdun dört bir yanından minarelerinden okunduğu...

Bir ülke istiyorum. İdeolojilerinden arınmış bir eğitim sistemi ile, kafası dünyaya ve ahirete açılmış öğrencileri ile...

Bir ülke istiyorum. Eğiticileri ilim ile donanımlı, kariyerleri mükemmel.

Bir ülke istiyorum. Üniversiteleri yüksek düzeyde araştırmalar yapan...

Bir ülke istiyorum. Birbirine hor bakmayanları ile...

Bir ülke istiyorum. Komşusu aç iken kendisi tok yatmayanlarıyla...

Bir ülke istiyorum. Ekonomik zenginliği ile dış dünyaya göğsünü gere gere iftihar eden...

Bir ülke istiyorum. Meclisi halkın beklentilerine cevap veren...

Bir ülke istiyorum. Halkı ve insanları kendisi ve çevresi ile barışık olan.

Bir ülke istiyorum. Dünyaya örnek olan...

Bir ülke istiyorum. Tarihi ve ecdadı ile dargın olmayan...

Bir ülke istiyorum. Memuru milletin hizmetkârı olan...

Bir ülke istiyorum. İnsanları birbiri ile konuşsun, anlaşsın ve birbirinin görüşlerine saygı duysunlar...

Bir ülke istiyorum. Batısında ne varsa, doğusunda, kuzeyinde, güneyinde de olan...

Bir ülke istiyorum. Tek yürek, tek bilek, tek ses ile dünyaya sesini duyuran...

Evet, ben böyle bir ülkenin ferdi olmak istiyorum.

Yanlışım varsa lütfen söyleyin.

07.02.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Haset ve gıbta



Abdullah Bey:

*“Haset ve gıpta nedir? Kardeşlik mesleğinde hangisi hangi oranda zararlıdır? Her ikisi de zararlı mıdır? Faydalı yönleri var mıdır?”

Hasette kıskançlık, çekememezlik ve başkasının iyi hâlini istememek gibi bir kötü huy var. Gıbta ise hasede nisbeten oldukça masum. Gıptada başkasını iyi halinden dolayı içten tebrik etme, onu mümkünse örnek alma, onun gibi olmaya azmetme gibi iyi huylar söz konusudur.

Gıptanın haset yönü yoktur. Zaten gıpta hasede doğru kaydığı anda, gizli de olsa kıskançlık ve çekememezlik hemen devreye girdiği için artık buna gıbta denmez. Çünkü gıbta ruhuna “çekememezlik” gölgesi düşmüştür, çünkü gıbtâ sâfiyetini, günahsızlığını ve masumiyetini kaybetmiştir, çünkü gıbtanın içine hasedin kiri ve ihaneti düşmüştür. Artık bu his gıbta olmaktan çıkmış, haset olmuştur.

Gıbta “göz” gibidir; kıl kadar eğriliği kabul etmez, hadekasına batar. Gıbta berrak su gibidir, az bir haset pisliği kendisini bulandırır, kendi mahiyetini olumsuz biçimde değiştirir, özünü ve mayasını bozar. Gıbta helâl lokma gibidir, kıskançlığa az bir meyil ile sâfiyeti ve helâlliği kaybolur.

İhlâs Risâlesinde ihlâsı kıran mânilerden ikincisinde sözü geçen “gıpta” aslında bir güzel huydan başka bir şey değildir. Gerek o bölümde, gerekse İhlâs Risâlesinde hasede zaten yer yoktur. Çünkü ihlâsı kazanmayı en mühim bir vazife bilen Nur Talebesinin hasetle zaten işi yoktur. Esasen hasetle ihlâsın bir arada bulunmasına imkân da yoktur. Çünkü haset, ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi, sâlih amellerin tamamını yiyip bitirmektedir; haset ihlâsı elbette kökünden kurutmaktadır.

“Gıbta” mefhumunun geçtiği satırları hatırlayalım. Bediüzzaman Hazretleri orada der ki: “Evet Risâle-i Nur şakirdlerinin kalbi, aklı, ruhu; böyle aşağı, zararlı, süflî şeylere tenezzül etmez. Fakat herkeste nefs-i emmâre bulunur. Bazı da hissiyat-ı nefsiye damarlara ilişir. Bir derece hükmünü; kalb, akıl ve ruhun rağmına olarak icrâ eder. Sizlerin kalb ve ruh ve aklınızı ittiham etmem. Risâle-i Nur’un verdiği tesire binaen itimad ediyorum. Fakat nefs ve heva ve hiss ve vehim bazan aldatıyorlar. Onun için, bazan şiddetli ikaz olunuyorsunuz. Bu şiddet, nefs ve heva ve hiss ve vehme bakıyor; ihtiyatlı davranınız. Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsa idi, makam bir olurdu veyahut mahdud makamlar bulunurdu. O makama müteaddid istidadlar namzed olurdu. Gıbtakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir. Gıbtakârane müzahameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muâvin ve zahîr olur; hizmetini tekmil eder. Pederâne, mürşidane mesleklerdeki gıbtakârâne hırs-ı sevab ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil: Ehl-i tarîkatın o kadar mühim ve azîm kemalâtları ve menfaatleri içindeki ihtilafatın ve rekabetin verdiği vahim neticelerdir ki; onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid’a rüzgârlarına karşı dayanamıyor.”1

Yukarıda ısrarla “haset”ten kaçınılır ve “gıbta” kavramı tercih edilir. Çünkü:

1-Maneviyâtta ilerleyen, imana hizmet eden ve yüksek makamlara talip olanlar “haset” gibi bir kötü duyguyu zaten içlerine sindiremezler, ruhlarında barındırmazlar; içlerinden söküp atarlar.

2-Böyle maneviyât erleri yüksek makamlara talip olurlarken haset ile değil, gıbta ile hareket ederler. Yani daha yüksekte olana imrenirler, onu takdir ederler, ona duâ ederler; ve elbette onun gibi olmaya çalışırlar, onun hâline ve makamına ulaşmaya gayret ederler, fakat onu kıskanmazlar. Bununla beraber, şeyhlik mesleklerinde bir öne çıkma yarışı bulunur. Fakat bu yarışta “haset” yer almaz, “gıbta” ölçüleri hâkim olur.

Nur Talebeliğinde buna da lüzum yoktur. Çünkü Nur Talebelerinin mesleği “uhuvvettir”, yani tam kardeşliktir. Nur Talebeliğinde zirve makam, kardeşlik makamıdır. Kardeş kardeşe karşı büyüklük içine giremez, mürşid vaziyeti alamaz. Kardeşlik mesleğinde herkes gücü, kudreti ve istidadı oranında bir ucundan tutar, tuttuğu bütünün tüm sevabına mazhar olur. Gıpta içinde de olsa bir “öne çıkma” yarışına meydan verilmez. Herkes yaptıklarıyla, farklılıklarıyla, özel kabiliyetleriyle üstündür. Herkes “bir numaradır.”

Bir yemeğin tuzu biberine karşı, salçası yağına karşı nasıl üstünlük vaziyeti takınmaz, makam sevdasına düşmeye gerek duymaz ve hepsi “kardeşçe” bir araya geldiğinde “yemek lezzetini” ortak olarak verirlerse, şeref nasıl hepsine ortak olarak gider, şan nasıl hepsinin ortak malı olursa; kardeşlik mesleği de böyledir. Kardeşler şanda, şerefte, hizmette, mânevî lezzette, sevapta, makamda, mevkide, mertebede eşittirler. Himmet hepsinindir, hizmet hepsinindir, gayret hepsinindir; gücü ve kudreti olmayan niyetiyle ve ihlâsıyla hepsinin sevabına sahip olur. En yüksek sevap, aynı yükseklikte, bölünmeden, eşit olarak, hepsine birden gider.

Kardeşlik mesleğinde, sevap ve makam şahs-ı manevînin olduğundan, ferdî olarak “gıbtakârane hırs-ı sevab”a, yani topluluktan ayrı ve şeytanın da zarar verebileceği bir sevap hırsına lüzum duyulmaz; ancak hiç durmaksızın hizmete ihtiyaç duyulur. Şahs-ı mânevî sırrı, yani toplu olarak hareket etme sırrı bunu gerektirir. Uhuvvetin ve kardeşliğin doyulmaz lezzeti de buradadır.

Dipnotlar:

1- Lem’alar, s. 228

07.02.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Neler oluyor?



Kamuoyu yasadışı dayatılan “başörtüsü yasağı”yla uğraşırken, bölgede Türkiye’yi yakından ilgilendiren önemli gelişmeler oluyor. Ortadoğu yanıyor; Afganistan’da, Irak’ta, Filistin’de katliam devam ediyor.

Önceki gün Amerikan ordusu, Bağdat’ın güneyindeki operasyonda “yanlışlık”la en az 20 sivili öldürdüğünu resmen duyurdu. 17 kişinin aynı âileden öldüğü uçak saldırısı, yine “El Kaide militanlarının hedef alındığı”yla açıkandı.

Nitekim aynı günde Afganistan’ın Ferah vilâyetinde bir Taliban komutanının hedef alındığı hava bombardımanında da yedi kişinin öldüğü, ancak hedef alınan Taliban komutanının ölen kişiler arasında bulunmadığı, bölge emniyet müdürü tarafından ifâde edildi…

Tıpkı İsrail’in Gazze Şeridinde iftar vaktinde tank ve Apaçi helikopterleriyle evlerin üzerine ateş açıp aralarında çocuklarının da bulunduğu onlarca kişiyi öldürmeye devam etmesi gibi.

Filistin’de Gazze’yi ablukaya alıp, ekmekten, elektrikten su ve ilâca kadar bütün temel ihtiyaç maddelerini kapsayan ambargoyu uygulayan İsrail’in, bir yandan Bush’un “Annapolis barış süreci”ni yürütürken diğer yandan sistemli bir şekilde sivilleri katleden soykırımı sürdürmesi gibi…

Aynı umursamazlık, Pakistan’da, Lübnan’da da devam ediyor. Pervâsızca siviller, kadınlar, çocuklar, yaşlılar katlediliyor; ardından olsa olsa “yanlışlık” olduğu yönünde hiçbir işe yaramayan dil ucuyla bir “özür” yayınlanıyor…

* * *

Afganistan’ın işgalinde sayıları yüzbinleri bulan siviller öldürüldü. İçinde yiyecek ve yardım malzemelerinin olduğu ve üzerinde büyük işâretlerin bulunduğu Birleşmiş Milletler’in yardım çadırları defalarca bombalandı. Tıpkı Sudan’da “silâh fabrikası” diye ilâç fabrikasının bombalanması gibi…

Irak’ta katledilen bir milyon insana ilâvaten onun iki katı da kayıp ve göçmen oldu; evini, yurdunu terketti ve perişan edildi. Sâdece Amerikan askerlerinin kaybının bini aştığına bakılırsa, işgalin insan bilânçosunun vahâmeti ortada.

Toma Hawk füzeleriyle, 10 ton ağırlığındaki B-2 ağır bombardıman uçaklarıyla Irak halkının üzerine bombalar atan Amerika ve İngiltere’nin işini kolaylaştırmak için “tezkereler” çıkarıldı. Bakanlar Kurulu kararıyla ve bizzat Millî Savunma Bakanı’nın itirafıyla işgalcilerin Müslüman bir komşuyu bombalamak için Türkiye üzerinden binlerce sorti yapmalarına resmen açıldı.

Bu durum, Bediüzzaman’ın, “bin mâsum çoluk çocuk, ihtiyar, hasta bulunan bir yerde, bir iki düşman askeri bulunmak bahanesiyle bombalarla onları mahvetmek ve binler, milyonlar mâsumların kanlarını heder etmek ve bütün insanlara zarar olan bu harbi idâme ve sulhu reddetmek” hakîkatının bir defa daha mâsumların ve Müslümanların kanıyla yeniden yazılması olarak karşımıza çıkıyor.

Böylece olup bitenler, “İnsan şüphesiz ki çok zâlimdir, çok câhildir” (Ahzâb Sûresi, 72); “zulme rıza zulümdür; taraftar olsa, zâlim olur” kaidesince, zulme râzı olup, hatta meyledip, “Zulme meyletmeyiniz, yoksa cehennem ateşi size de dokunur” (Hûd Sûresi, 110) âyetinin kapsamına giriliyor... (Kastamonu Lâhikası, 160-162()

Kısacası Müslümanların kanıyla İslâm coğrafyasında ecnebî gaddar zâlimlerin çizdiği haritalar yaniden çiziliyor; İslâm dünyası daha da bölünüp parçalanıyor…

* * *

Hâlâ “bin mâsum çoluk çocuk, ihiyar, hastayı katledenler”în “kanlı ihâle pastası dilimleri” peşinde koşuluyor. Hâlâ uluslararası sermayenin petrol, enerji hatları ve silâh şirketleri sahipleri tüccarlardan arda kalan “Kuzey Irak taşeronlukları”yla, bölgede “demokrasi ve özgürleştirme” paravanındaki zâlime ve zulme yontulmaya, zulüm projelerine entegre olmaya çalışılıyor…

Ortadoğu’da Amerika’nın en büyük askerî üssünün yer aldığı ve 90 bin coniyle en büyük gücün bulunduğu Katar Emirliği, Körfez Savaşı’ndan bu yana Pentagon’un bölgedeki kışlası işlevini görüyor. ABD’nin Ortadoğu’daki en büyük askerî üssü Katar’la yapılacak enerji kontratları, tamamen ABD’nin kontrolünde.

Ve “Müslüman Sünnî Katar”, ABD ile ortak LNG yatırımlarıyla doğalgaz havzasının öteki tarafındaki “Müslüman Şîi İran”a karşı sadece askerî değil, ekonomik cephe de oluşturuyor. İslâm âleminde “Sünnî- Şîi fitnesini kışkırtma plânının bir parçası olarak…

Suriye’den sonra Bush’un son Ortadoğu turunun Mısır durağıyla aynı güne denk gelen ziyaretinin ardından, Cumhurbaşkanı Gül’ün Katar gezisi bu açıdan dikkate değer…

07.02.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri