13 Aralık 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Ali FERŞADOĞLU

Basın-yayının (medyanın) önemi


A+ | A-

Yüzyılımız “iletişim çağı” diye vasıflandırılır. Zira kitle iletişim, mutbuat, basın-yayın vasıtaları, yani, kitap, gazete, dergi, radyo, televizyon, video, kamera, sinema-film, internet, vs. girmediği mekân yok gibi.

Bugün, fikrî, imanî, sosyal, kütürel, hatta ekonomik tartışmalar, münâzaralar, mücadeleler, hatta savaşlar büyük çapta basın-yayın yoluyla yapılıyor.

Bediüzzaman, İsrâ Sûresi’nin 88’inci âyetini tefsir ederken; Kur’ân’ın, Esmâ-i İlâhiyeyi öğretirken, âhirzamanda her şeyin ilim ve fenlere döküleceğini; ilim ve fenlerin en parlağının, belâgat ve cezâlet olacağını, insanoğlunun en büyük gücünü buradan alacağını beyan ettiğini belirtir.1

İlk inen âyetin, yani ilk emrin “İkra!”2 (Oku!) olması, bunun ilk üçüncü âyette tekrarlanması, dördüncü âyette “yazma” ve devâmında yine “bilme, öğrenme-öğretme” üzerine tahşidât yapılması, elbette matbuât diliyle hizmetin önemini de vurgular.

“Okumak” mânâsında olan Kur’ân, meseleyi burada bırakmaz. Akıl, tahkik, araştırma, inceleme, kitabet, yazmak, mektup, kâğıt, yazı ve malzemeleri üzerine yüzlerce kelimeyle de insanlığın ufkunu açar.

Bir rivayete göre, “Oku!” ile başlayan Alâk Sûresi’nin hemen ardından, Kalem Sûresi nâzil olması ve yazının en önemli malzemesi “kalemin” övülmesi de, basın-yayının ehemmiyetine işaret etmez mi?

Hadis-i şerifler de, yazılı metin hâline getirilmişlerdir.

Basına mesafeli durulduğu ve sinemanın lânetlendiği dönemlerde Bediüzzaman, “Ara sıra sinemaya ibret için gittiğini”3 ifade ile “Risâle-i Nur, bu mübarek vatanın mânevî bir halâskârı olmak cihetiyle; şimdi iki dehşetli mânevî belâyı defetmek için matbuat âlemi ile tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim.”4 diyerek basın-yayının önemini vurgular.

İki dehşetli mânevî belâ olarak gördüğü komünizm ve Süfyanizmin tahribatlarına, İslâmın ve Müslümanların aleyhindeki fikrî ithamlara, yalan propagandalara, şiddetli itirazlara, ithamlara karşı da, “Matbuât lisanıyla cevap vermek gerektiğini”;5 özellikle, “Basın yoluyla konuşmanın lüzumunun kalbine ihtar edildiğini” beyan eder. “Mürebbîi efkâr”, yani, fikirlerin terbiyecisi olan6 matbuâtla (kitle iletişim vasıtaları) haberleşme ve fikir alış verişiyle dünya bir meclis hükmüne geçti.7

İslâmiyete, Müslümanların iman, ilim ve irfanlarına hizmet eden gazeteleri “mücahid”8 olarak gören Bediüzzaman, aynı çerçevede neşriyat yapan radyoyu da, yeryüzünü bir tek ev hükmüne getirip insanlığa, iman Kur’ân hakikatlerini ve ahlâkını ders veren pek büyük bir muallim9 eğitim aracı olarak değerlendirir.

Nurların radyo diliyle Anadolu ve âlem-i İslâmda intişarına başlanacağını;10 İnşâallah, öyle bir zaman gelecektir ki, Kur’ân hakîkatleri olan Risâle-i Nurların, radyolarla ders verileceğini ve insanlığın büyük istifadelere nâil olacağını müjdeler.11

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 239. 2- Kur’ân, Alak, 1. 3- Lem’alar, s. 237. 4- Mektubat, b. 467. 5- A.g.e., s. 467. 6- Nutuk, (Osmanlıca), s. 20. 7- Muhakemat, s. 38. 8- Emirdağ Lâhikası, s. 281. 9- A.g.e., s. 307. 10- Emirdağ Lâhikası, s. 445. 11- Tarihçe-i Hayat, 354.

13.12.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Raşit YÜCEL

Burası Bursa


A+ | A-

Evet, burası Bursa…

İlk Osmanlı pâyitahtı.

Çok ismi var: “Yeşil Bursa”, “Güzel belde”...

Özellikle merkezi, tarih ile iç içe, adım başı camii ve mescid var.

Osman Gazi, Orhan Gazi, Çelebi Mehmed, Süleyman Çelebi, Emir Sultan. Hepsi burada medfun.

Şimdi ben bu satırları Bursa’dan yazıyorum.

“Tebdil-i mekânda ferahlık vardır” atasözüne uyup, 57 yıl havasını teneffüs edip, suyunu içtiğim Çorum’dan bu güzel ilimize taşındım.

Kısmet bu… Ve kader-i İlâhî…

Çağımızın mânevî sultanı, ne güzel söylemişti: “Bu dünya çabuk tebeddül eder bir misafirhane olduğunu yakînen imân edip bildim. Onun için, hakikî vatan değil, her yer birdir. Madem vatanımda bâkî kalmayacağım; beyhûde ona karşı çabalamak, oraya gitmek bir şeye yaramıyor. Madem her yer misafirhanedir; eğer misafirhane sahibinin rahmeti yâr ise, herkes yârdır, her yer yarar. Eğer yâr değilse, her yer kalbe dardır ve herkes düşmandır.” (Mektubat, 16. Mektub)

İnsan bu efendim. Doğar ve ölür. Önemli olan O’nun rızasına göre hareket etmektir.

Böyle olunca yer ve mekân o kadar önemli değildir.

“Eşiğin ardı gurbettir” demişti eskiler.

Ve “Muhitin, insanın ahlâkı üzerinde tesiri vardır” diyor Bediüzzaman.

“Bir yiğit gurbete gitse, gör başına neler gelir,

Garip sılayı andıkça gözlerinden yaşlar gelir” demiş sazını sözü ile konuşturan ozan.

Burası Bursa.

“Düşmanla beraber sahrâ bir fincan kadar dar, ahbapla beraber iğne deliği bir meydan kadar geniştir” derler.

İşte böyle efendim.

Dünyanın hâli böyledir.

Hoca Nasreddin’e sormuşlar:

“Hocam neden bu insanların bir kısmı dünyanın bir tarafında, diğerleri bir tarafındadır?”

Hocanın cevabı malûmdur:

“Evlâdım, öyle olmasa dünyanın dengesi bozulurdu.”

“Herşey kaderle takdir edilmiştir. Kısmetine râzı ol ki, rahat edesin.” demişti Bediüzzaman.

Hayat dediğimiz şey zaten “an”dan ibarettir.

Uzun soluklu ve sonsuz bir dünya hayatı yoktur.

İnşâallah bundan sonra dostlar ile Bursa’da buluşuruz.

Böyle bir zamanda gurbetin öyle firaklı hâlleri azdır.

Ve burası Bursa’dır efendim.

13.12.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Her zaman her yerde: Hamd ve şükür


A+ | A-

Yasemin Hanım: “Hamd etmek ve şükretmek lâfızları arasında nasıl bir fark vardır? Hamd ile şükrün, derinliğine izahını yapar mısınız? Hangisinin daha geniş, hangisinin daha hususî kaldığının açılımını yapmanız mümkün mü?”

Hamd’in kısaca övgü ve takdir; şükr’ün de minnettarlık ve teşekkür hislerimize tercüman olduğunu dünkü yazımda işlemeye çalıştım. Kâinatın Sahibi ve Hâlık’ı olan Rabb’imizin, övülmeye de, takdir edilmeye de, minnettarlık duyulmaya da, teşekkür edilmeye de her şeyden çok lâyık olduğunu ve herkesten çok hakkı bulunduğunu da ifade etmeye çalıştım.

Hamd’de; Cenâb-ı Hakk’ın izzet ve azametini, ulviyet ve yüceliğini, büyüklük ve kemâlâtını, celâl ve kibriyâsını takdir ön plânda.

Şükür’de ise; eşref-ı mahlûkat ve ahsen-i takvim1 sûretinde yaratılmış insanın kâinatın bir meyvesi ve halifesi sıfatıyla Rabb’ine teşekkür hisleri ön plânda.

İçimize döndüğümüzde, hamd’i izzet ve onurumuz, şükr’ü kadirbilirliğimiz ve minnettarlık duygumuz; hamd’i şuur ve basiretimiz, şükr’ü kalbimiz; hamd’i kulluğumuz, şükr’ü insanlığımız; hamd’i imanımız, şükr’ü ibadetimiz; hamd’i aczimiz ve zaafımız, şükr’ü fakrımız ve ihtiyaç içinde oluşumuz gerekli kılarlar.

Dergâh-ı İlâhiyeye bağlılığımız açısından; hamd’i Cenâb-ı Hakk’ın her şeyden istiğnası, şükr’ü zenginliği ve sonsuz lütfu2; hamd’i hiçbir şeye ihtiyaç duymayışı, şükr’ü birliği; hamd’i eşsiz olgunluğu, şükr’ü ihsânları; hamd’i merhameti, şükr’ü rahmet’i; hamd’i yaratıcılığı, şükr’ü terbiye ediciliği; hamd’i rızık vericiliği, şükr’ü bağışlayıcılığı; hamd’i Celâlî sıfatları, şükr’ü Cemâlî sıfatları; hamd’i zatına mahsus sıfatları3, şükr’ü Fiilî sıfatları4 isterler.

Hamd ile şükür arasında bu ince ayırımların bulunmasına rağmen; temelde ve özde kulun Rabb’ine yönelişini ifade etmesi bakımından şükretmek hamd etmeyi; hamd etmek de şükretmeyi içine alır. Yani şükreden insan, eşsiz İzzet, İstiğna ve İkram Sahibi Rabb’ine hamd etmiş; hamd eden insan da, büyük ihsan, lütuf ve nimetlerle perverde eden Rabb’ine şükretmiş olmaktadır. Zaten Kur’ân’da şükür ifadesi olarak “hamd” terimi gündeme getirilmiştir. “Elhamdülillâh” kelimesinde hamd ve şükür kavramları birlikte temsil edilmiştir.

Esasen bizim yaptığımız ibadet ve taatlerden tutun da, tesbih, tehlil, tekbir, tazim, tahmid, zikir, fikir, şükür, hayır ve hasenatımıza kadar amellerimizin tamamında “hamd” mânâsı vardır. Yani bütün bu ibadetler Cenâb-ı Hakk’ın azamet ve kibriyâsı önünde, hayranlık ve mahviyet içinde yapmakla mükellef olduğumuz muhtelif “secde” şekilleridir. Meselâ bir bardak su içen veya bir dilim elma yiyen birisi, bizzat tadarak, tanıyarak, hissederek, görerek ve yaşayarak bu nimetteki tat, koku, renk, vitamin, şifa... vs. ihsan ve ikram konusu bütün değerlerde Cenâb-ı Hakk’ın eşsiz izzetinin cilvelerini, benzersiz istiğnasının izlerini, misilsiz azametinin ihtişamını, nazirsiz kibriyâsının gösterişini, denksiz samediyetinin imzalarını görür; üzerinde “Elhamdülillâh” der; hamd’ini de, şükr’ünü de böylece yerine getirmiş olur.

“Elhamdülillah kelimesi mizanı doldurur. Sübhân’allah ve’lhamdü-lillâh kelimeleri yerle gök arasını sevapla doldurur.”5 hadîs-i şerifinin verdiği, ihlâsla söylenmiş bir hamd kelimesinin bile, yerle gök arasını sevaba gark edeceği ve mahşerde mîzanı dolduracağı müjdesi aslâ unutulmamalıdır. Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin (ra); “Bir elmayı yiyen ve ‘Elhamdülillah’ diyen adam, o şükür ile ilân eder ki; ‘O elma doğrudan doğruya Dest-i Kudretin yadigârı ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetin hediyesidir’ kaydı ve devamla; ‘Lezzetli bir nimeti insan yese, eğer şükretse, o yediği nimet, o şükür vasıtasıyla bir nur olur, uhrevî bir meyve-i Cennet olur.’6 ifadeleri bu hadîs-i şerifi îzah ve tefsîr eder mâhiyettedir. Cennet nuru bâkî olduğundan; dünyada yerle gök arasını dolduracak ve mahşerde mizan terazisini sâlih ameller lehinde ağırlaştıracak kabiliyette oluşu yadırganmamalıdır.

Evet, şükre ve hamde doyum olmadığı gibi; şükrün ve hamdin sonsuz mükâfatına da doyum olmaz. Hazret-i Âişe (ra) anlatıyor ki: “Resul-i Ekrem Efendimiz (sav) geceleri mübârek ayakları şişesiye kadar ibâdet için ayakta kalırdı. Ben kendisine:

“Yâ Resûlallah! Sizin geçmiş ve gelecek günahlarınız bağışlandığı halde niçin böyle yapıyorsunuz?” dediğimde, Allah Resûlü (asm):

“Çok şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurdu.7

DUÂ

Ey ahdinde Vefâlı! Ey vefâsında Kuvvetli! Ey kuvvetinde Yüce! Ey yüceliğinde Yakın! Ey yakınlığında Latîf! Ey lütfunda Şerîf! Ey izzetinde Azîm! Ey azametinde Mecîd! Ey yüceliğinde Hamîd! Sen bütün kusurlardan, aczden, şerikten ve noksan sıfatlardan münezzehsin! Senden başka ilâh yok ki, bize imdat etsin! Eman ver bize, Senden eman istiyoruz! Bizi Cehennem azabından halâs et! Âmîn...

Dipnotlar:

1- Tîn Sûresi, 95/4., 2- Lem’alar, S. 104., 3- İşârât’ül-İ’câz, S. 23., 4- Mektûbât, S. 348, 349, 350., 5- R. Sâlihîn, 25., 6- Mektûbât, S. 350., 7- R. Sâlihîn, 1107.

13.12.2010

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Merd-i kıptî veya 68’liler...


A+ | A-

Bazı aydınlarımız tek partili cumhuriyet dönemindeki tarihimizin yanlış yazıldığını ve resmî tarihin gerçeği yansıtmadığını söylüyor. Vakıa doğrudur. Zira ortaya koydukları deliller, tarihin tersyüz edildiğini gösteriyor. Diyelim ki o istibdat günlerinde doğru bilgi veya belgeye ulaşmak zordu. Fakat çok partili döneme geçişten sonraki zamanlarda da tarihimizin doğru-dürüst yazılmadığını müşahede ediyoruz. 1960’lardan gelen zamanı yoğunca yaşamış neslimiz, Türkiye’nin üçte ikisinin “yakın tarihte” bilgisiz kaldığını bilmiyor. Son günlerde öğrenci hareketleriyle gündeme gelen “68 kuşağı” hakkında kimin ne bildiğini cidden merak ediyoruz.

Asi bir gençliğin, tahsil gördüğü okulunu nasıl ateşe verdiğini, bindiği vapuru nasıl batırdığını, kürsüdeki hocasını nasıl öldürdüğünü, dış destekli devlet üniversitesinin bahçesindeki “atış poligonunun” nasıl inşa edildiğini tarih yazmayınca, fitili ateşlenmeyi bekleyen gençliğimiz de bilmiyor. Yeni nesiller, Türkiye’deki demokrasiyi kesintiye uğratmak için kullanılan marksist militanları tanımayınca onlar da o gün yaptıklarını “kahramanlık destanı” olarak günümüzde torunlarına aktarıyorlar.

Herşeye isyankâr, ruhu materyalist felsefenin dinsizlik cenderesinde tutsak ve kendisiyle psikolojik savaşa tutulmuş bir gençlikten, Meclis kürsüsünde, gazete ve ekranlarda veya sivil toplum arenalarında “kahraman devrimci gençlik!” diye bahsedenlerin halini, salim bir kafaya sahip ve insanî değerleri esas alan aydınlarımız “merd-i kıptî”ye benzetiyorlar. Biliyorsunuz, “merd-i kıptî sirkatin fahr ile söyler” sözü toplumumuzda darb-ı meseldir. Yaptığı hırsızlıklardan övgüyle bahseden kıptî gibi, 68’liler de; demokrasiyi inkıtaa uğratan eylemlerde kullanıldıklarıyla ve ülkeyi tarihî zararlara sokmayı başardıklarıyla iftihar ediyorlar...

Evvelâ Türkiye’nin Avrupa kültüründen gelmediğini bir yere not edelim. Bizdeki hürriyet hareketlerinin oradakiler ile karşılaştırılması ise büyük bir cehalet. Churchill’in Avrupa insanını 20’sinde devrimci, kırkından sonra kapitalist ve altmışından muhafazakâr olarak nitelemesi yalnızca onu ilgilendirir. Tarihî vak’alara uygun değil... Kaldı ki, yakın tarihimizdeki öğrenci hareketlerinin inisiyatifi bizde olmamıştır. Hürriyet ve demokrasiye barış içinde yürüyen Türkiye’ye, “barış ve demokrasi” karşıtı güçlerin Kemalistlerle birleşerek yaptığı müdahalelerde kullanılan aletlerdir üniversite hareketleri... DP iktidarına karşı sokakta anarşi çıkaranların hikâyesini okumuştuk.

Kemalist devrimcilerle Marksist devrimciler arasındaki farkı hâlâ araştırmaya devam ediyoruz. 1968’de Avrupa’da düğmesine basılan bizdeki hareketin Marksist-Kemalist çizgide devam ettiği; failleri gazete sayfalarında ikrarlarda bulundukça daha da netlik kazanıyor. O dönemlerden kalan eski tüfeklerin hâla eski çizgilerinde devam ettiklerini satır aralarından öğreniyoruz.

Ama artık eskisi gibi fitili ateşledikten sonra, organizatörler sıvışıp kaçamayacaklar. Hem millet tetikte, hem de teknoloji buna pek imkân vermeyecek.

Yukarıda arz ettiğimiz gibi Avrupalı gençliğin elinde maalesef bir plan veya yol haritası yok. Yap-boz’larla yürüyor. Fakat bizim gençliğimizin sınırları, hakları, özgürlükleri ve hareket tarzı bin beş yüz seneden beridir ortada duruyor. O prensiplere uyduğu müddetçe dünyanın en faydalı, rehber ve nümune gençliği olan bizim gençliğimiz devrimcilik yerine “tecdîdî” benimsemiştir. O kendisini her gün yeniler, iki günü birbirine denk olmasının “gericilik” olduğuna inanır. Şuurlu gençlik, haricî hareketlere karşı çok uyanıktır. Ne kafasını, ne gücünü ve ne de kalemini başkasına kullandırtmaz.

Bizim endişemiz tarihin tekerrürüdür. Gençlerin koluna yumurta sepeti asanların, yarın haklı olarak itirz edecek işçiyi de sokağa dökmesidir. En düşük memur maaşının yarısı kadar ücret alan asgarî ücretli işçiyi de üniversite öğrencisiyle birlikte organize edecek “global dinsiz tahribatçılar” bu hükümeti ciddî şekilde zora sokar, ama onu da aşan sıkıntılı neticelere yol açar. Allah muhafaza...

13.12.2010

E-Posta: [email protected]



S. Bahattin YAŞAR

Antalya’yı sonbaharda-kışta görün


A+ | A-

Kasım ayının son haftasında, hafta sonu Antalya’daydık. Antalya’yı ilk kez böyle bir mevsimde gördüm. O ne sakinlik, o ne masumluk ve o ne öyle faniliği, fıtriliği yansıtan sonbahar-kış görüntüleri. Şehrin bir insan gibi bir masumiyet taşıdığını ilk kez burada hissediyorum. Antalya, kendisinin yazın çirkin görüntüleriyle anılmasından oldukça rahatsız. ‘Benim bir de masum yüzüm var’ diyor adeta sonbahar mevsiminde.

Her şehrin her mevsimi apayrı bir vitrinle çıkıyor insanların karşısına. Ama zannediyorum kirlilikler şehirden ve mevsimden kaynaklanmıyor. Ne oluyorsa insanda olup bitiyor her şey.

Ben Antalya’yı sonbahar-kış mevsiminde daha bir sevdim. Bana daha bir yakın durdu her şey. Dostlarla şehir gezintisi yaparken, sararmış yaprakların kulağa fısıldadıkları hiç de kulak ardı edilecek cinsten değildi. Her mevsim bir farklı konuşuyor insanla.

Kıymetli Hasan Hocam ve Ramazan Beylerle geçirdiğimiz zaman dilimleri gerçekten çok içten ve sımsıcaktı.

Saygıdeğer İshak Abi ve Ali Çam Beylerin aralarındaki muhabbeti ve tatlı esprileri kıskanmadım değil. Yani yaşadığınız şehirde, mutlaka sizi daha bir farklı anlayan, daha bir farklı tanıyan bir kardeşiniz mutlaka olmalı. Özellikle de iman kardeşiniz.

Yani şu an bu satırlara neler katacağıma şaşırdım. O kadar çok şey var ki. Gençleri mi konu edinsem, yaptığımız programımı konu edinsem, kahraman duruşlarıyla örnek Nur Talebelerini mi konu edinsem, yoksa, esnaf beyefendilerin her hafta yaptıkları o kahvaltılı Risâle-i Nur sohbetlerini mi konu edinsem. Bütün hatıralar adeta ‘Beni de! Beni de’ diyerek, hücum ediyorlar.

Ben de kısa sürece oluşan bu hatıraların canlılığına ve diriliğine şaşırıyorum.

**

‘Gençlik ve Anne Baba İlişkileri’ konulu konferansımız, çok nezih Latanya Otel’de tam bir aile eğitim programı oldu. Nezih topluluk, söylenen bütün cümleleri hüsn-ü zan içerisinde ve çok alıcıları açık bir dinamiklik içerisinde dinlediler.

Doğrusu annelerin, babaların ve gençlerin bulunduğu bir platformda konuşmak pek de kolay olmadı. Yani gençlerden bahsederken, anne babaların; anne babalardan bahsederken gençlerin incinmeyeceği bir dil seçmek biraz özen istiyordu. Ama öyle bir atmosfer oluştu ki, adeta hakkında konuşulan herkes, hakikatlerden kendine düşen dersler çıkarıyordu.

Özellikle iki saatlik bir program olması ve programın birinci bölümünden sonra çay molası olması, dinleyicilerimizin görüş ve düşüncelerini yansıtmalarını netice verdi.

Yetmiş beş yaşındaki, üniversite mezunu, emekli beyefendinin, ‘Otuz beş yaşlarında bir oğlum var. Onu çocukluk yıllarında ve gençlik yıllarında çok dövdüm. Bu tavrım yüzünden şimdilerde oğlumla hiçbir bağımız kalmadı. Hatta torunlarımı bile göremiyorum. Oğlumun bu tavrının sebebinin kendim ve ona uyguladığım şiddet olduğunu biliyorum. Şimdi gidip bulsam, ondan bütün yaptıklarım için özür dilesem ve hatta ellerine kapansam, ‘ne olur yavrum beni affet!’ desem, uygun olur mu ve nasıl karşılanır?’ diyerek kurduğu cümleler, zamanında dikkate alınmayan davranışların baba ile oğul arasında nasıl bir yıkıma sebep olduğunu çok açık gösteriyordu.

Doğrusu ben de böyle bir durumla karşılaşacağımı hiç mi hiç düşünmüyordum. O anda, insanlık tarihi boyunca baba ile oğul arasında hep problemlerin varolageldiğini, ama en önemlisinin de bu problemlerin kalıcı izler oluşturmaması gerektiği üzerinde durdum. Burada dikkat çeken şey, sizin bir baba olarak yaptıklarınızdan pişman olmanız ve özür dilemeye hazır bulunmanızdır. Ama sizin bir adım atmanız ne kadar çok gecikirse, karşı tarafın da adım atma kabiliyeti o nispette zorlaşacaktır.

Şunu da burada belirtmeden geçmeyelim. Bir baba ne kadar ağır davranışlar sergilese de, oğul babanın rızasını tahsile her zaman mecburdur. Baba yaptıklarıyla imtihan olurken, oğul da o yapılanlara karşı duruşuyla imtihan olmaktadır. Herkes kendi imtihanından sorumludur.

Ama tabiî gönül arzu eder ki, böyle aile içi dramlar yaşanmasın, aile çatısı altında mutlu insanlar, mutlu sofralara otursunlar. Bunun için de dersimize çok çalışmamız gerekiyor. Çalışmadığımız ders başımızı ağrıtacaktır.

Tabiî bir büyük olarak babanın böyle bir vicdan muhasebesi yapması ve yaptıklarından pişmanlık duyması yerinde bir davranış, ama içinde burukluk taşıyan bir davranıştır. Hiç değilse, bu ve benzeri yaşananlar, yeni baba olmuşlara ve henüz evlâtlarına tesir edebilenlere ve bağlantıyı koparmamış olanlara ders olur.

Neticede yine yarın da babalar ve oğullar hep varolacaklar. Onun için konuşmada ifade edildiği üzere, anne-babaların da, gençlerin de dönem derslerine çok iyi çalışıp, yaşanan veya yaşanacak dönemle ilgili bilgi donanımına ihtiyaç olduğu göz ardı edilmemelidir. Bilgisiz yakalandığımız pozisyonların, yanlışı daha büyük olmakta ve telâfisi daha güç olabilmektedir.

O zaman yapılması gereken, konuyu henüz evlenme düşüncesinde iken ele alarak işe koyulmaktır. Yani eş seçimindeki hassasiyet, ondan sonraki bütün aşamaların temelini oluşturacaktır. Nasıl bir aile yapımız olsun istiyoruz, nasıl bir ev içi atmosfer olsun istiyoruz, nasıl çocuklarımız olsun istiyoruz, nasıl gençlikleri olsun istiyoruz ve nasıl bir nesil olsun arzu ediyoruz hepsi birbiri ile ilgili adımlardır.

‘Gençlik ve Anne Baba İlişkileri’ konulu konferansımızın konuşulacak çok boyutları bulunuyor. Bolca da hatıralarımız, gözlemlerimiz oluştu.

Kardeşlerle ve dostlarla çok güzel ve özel zamanlar geçirdik.

Daha ne diyeyim, hatıralar öyle canlı ki, sanki daha hatıra olmamışlar.

13.12.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Müstehcenliğe sanat kılıfı


A+ | A-

Farkında olmadığımız ciddî tehlikelerden biri de ‘müstehcenlik’tir. Tesettüre uymayan, kadını bir ‘meta/zevk aracı’ olarak gören bu anlayış sessice yaygınlık kazanıyor. Medya vasıtalarının neredeyse tamamında kadın istismarı söz konusu.

En yaralayıcı olanlardan biri de, kadınların ‘reklam malzemesi’ olarak kullanılması. Hiç ilgisi olmadıkları halde her ‘ürün’ün reklamı ne yazık ki ‘kadın’lar üzerinden tanıtılıyor. Ev, araba, giyim; hatta ve hatta ‘motor yağları’ bile açık saçık kadın görüntüleri kullanılarak tanıtılıyor!

Devam eden ‘müstehcen’ reklamlar kadar, bunlara ses çıkarmayan ‘feminist’lerin tavırları da garip. Yeri ve zamanı geldiğinde ‘kadın hakları’ndan bahsedenlerin, apaçık ‘kadın istismarı’ olan bu reklamlar karşısında sessiz kalmasını anlamak mümkün değil. Elbette bu ‘çirkin’ reklamlara itiraz edenler oluyor, fakat bunların hem sayısı az, hem de sesleri gür çıkmıyor.

Geçen günlerde kendisini ‘sanatçı’ diye takdim eden bir hanım, müstehcenliğin ve müptezelliğin dikalasına imza atarak çirkinlikler sergilemiş. Sonra da bunun ‘sanat’ olduğunu iddia etmiş! Tabii ki böyle bir çirkinliğe itiraz etmesi gereken ilk isimler, gerçek sanatçılar olmalı. Nitekim, Kenan Işık açıkça itirazını ortaya koymuş ve TRT Haber’de yayınlanan “Kozmik Oda” programında şöyle demiş:

“Müstehcenlik sanata âlet ediliyor. Yani gişe için bu yapılıyor, bu ayıptır. Teammüden, bir oyuna yakışsın ya da yakışmasın esere ve seyircinin olumlu anlamda dönüşmesine hiçbir katkısı olmayan müstehcenliğin hiçbir katkısı yok. Sanata da yok, seyirciye de yok. Hatta ben bunun sanata ihanet olduğunu düşünenlerdenim. (...) Yani bir oyuncunun salt orasını burasını görmek kimin ne işine yarar? Bu artık miadını doldurdu. (...) Baktığınız zaman bu gösteri değmez. Bu düşünce bile değmez.” (Milliyet, 9 Aralık 2010)

Sanat adına müstehcenlik sergilenmesine haklı olarak itiraz eden ve bunun “sanata ihanet olduğunu” söyleyen Kenan Işık’a en başta ‘feminist’lerin destek vermesini beklerdik; ama o cenahtan bir destek sesi duymadık. Sanat kılıfı adı altında ‘kadın’ı aşağılayan bu oyunlara itiraz etmek gerekmez miydi?

Maalesef sanat adı altında en başta kadınlar istismar edilirken, müstehcenlik de teşvik edilmiş oluyor. Her kademedeki bu istismara ciddî itirazlar ortaya koymak durumundayız. Müstehcenliğe sanat kılıfı geçirmek isteyenlerin oyunlarını da bozmak durumundayız. Bunun için sivil toplum kuruluşlarına da iş düşüyor. En az benzin fiyatına edilen itiraz kadar bu oyunlara da itiraz edilmeli. Yoksa bizim için ‘benzin’in ucuz olması yeterli mi?

Unutmayalım ki benzin ucuz olsa da, müstehcenliğin önü kesilemedikten sonra huzur ve sükûna kavuşamayız. Asıl tehlikenin müstencenlik benzeri tuzak kuranlardan geleceğini görmeli ve onlara karşı tedbir almalıyız.

Sanatkârların ‘Büyük Sanatçı’yı razı eden eserler ortaya koymasını temenni edelim...

13.12.2010

E-Posta: [email protected]



Yeni Asyadan Size

Yeni Asya’nın kıymetini bilelim


A+ | A-

Bildiğiniz gibi, bu köşede zaman zaman okuyucularımızın Yeni Asya ile ilgili olarak yazdıkları mektupları da yayınlıyoruz.

Bu hafta da öyle yapacağız.

Eskişehir’den Mutlu Güven’in mektubunu birlikte okuyalım:

***

Kıymetli olan varlıklar az olur ve derinlerde bulunur. Üstadın dediği gibi kemiyet değil, keyfiyet önemlidir. Bazan 1, 1000’den daha üstün ve değerli olabilir. Zaten keyfiyette bu değer olmasaydı Nurlar tüm dünyaya yayılmazdı. Rabbimiz bu keyfiyete bakarak, normal şartlarda başarılamayacak muvaffakiyetleri bir avuç insana nasip etmiştir.

Öte yandan, Üstadımızın ahirzaman fitnesi üzerinde niye bu kadar tahşidat yaptığını ve Rabbimize iltica ettiğini bugün çok daha iyi anlıyoruz. Doğru ile yanlış, iman ve küfür aynı çarşıda satılmaya başlanmış ve insanlar dışı şekerle kaplanan zehire talip olur hale getirilmişler.

Beni en çok üzen ise asrın hastalıklarına merhem sunacakların da yer yer bu yanlışlara ortak olmaları ve tuzağa düşmeleridir.

Üstadın meslek ve meşrebinin ne olduğu güneş gibi ortadadır. Bunun aksine davranmak, ubudiyetin özü olan ihlâstan yoksunluğa işaret eder.

Tarih boyunca iç ve dış ifsad komitelerinin İslâmiyet üzerinde kirli hesapları olmuştur. Mümin bu tuzaklara karşı uyanık olmalıdır.

Bu nuru söndürmeye çalışanlar bilmelidirler ki, yüce Allah o kazdıkları çukura kendilerini düşürecektir.

Günümüzde Üstadın tabiriyle dinde hassas, ama muhakeme-i akliyede noksan olan bazıları İslâma hizmet ettiklerini zannetseler de hadiseler maalesef bunun tersini gösteriyor.

Gerçek şu ki, iman hizmetinde kullanılan tüm araçlar da hak olmalıdır. İmana ve dine hizmet için her yol mübah değildir.

Hizmet adına, hak olmayan yollara tevessül ettiğimizde, doğru İslâmı bilmeyen, ama tanımaya muhtaç olan geniş kesimlerde İslâma karşı bir antipati oluşur ki, buna kimsenin hakkı yoktur.

Yeni Asya camiasının en çok takdir ettiğim tarafı, demokrasi ve hürriyetlere samimiyetle sahip çıkan çizgisidir ki, bu çizgi tüm insanlığı ve tüm insanlığın mutluluğunu kapsar.

"Hakkın hatırı âlidir, hiçbir hakka feda edilmez” düsturu Nur talebesinin en önemli prensiplerinden biridir.

Onun için, haktan taviz vermesi karşılığında tüm dünyanın saltanatı içindekilerle verilse elinin tersiyle iter.

Çünkü o, ebedi ister, o nur ile mutlu olur.

Gözünde sinek kanadı kadar değeri olmayan siyaset vasıtasıyla elde edeceği dünya makamlarına ve nimetlerine zerre kadar kıymet vermez.

Buna mukabil, Hâlık-ı Zülcelal’in aynı sinek kanadındaki hikmetli sanatlarını derin bir tefekkürle temâşâ eder ve ettikçe de imanı artar.

Elimizde nur var, topuz yoktur.

Zübeyir Ağabeyin dediği gibi, vücudumuzu param parça etseler yine Nur gösteririz ki, o nura karşı gelenler de aydınlansın ve o nurdan istifade etsin.

Biz Risale-i Nur’dan aldığımız şefkat dersiyle, o Nurun ona karşı gelenlerin kalbinde de makes bulmasını istiyor ve onun için dua ediyoruz.

Dinde olduğu kadar akılda da hassasız.

Ne kadar sevinmeliyiz ki, bu hizmet Üstadımız gibi tam ihlâs, tam uhuvvet, tam muhabbet ve tam fedakârlıkla çalışan iman kahramanlarını bünyesinde barındırıyor.

Bu hizmetin matbuattaki sözcüsü, Yeni Asya.

Bu ahir zamanda Yeni Asya’nın Risale-i Nur’dan alarak sunduğu ab-ı hayata her zaman ihtiyacımız var.

Ve unutmayalım ki, Yeni Asya’nın arkasında bu dâvâya gönül vermiş ağabeylerimizin ruhaniyeti ile dünyanın her tarafında bulunan fedakâr Nur talebeleri var.

İhlâs ve istikamet çizgisinde hep böyle kalıp orijinal ve aslî kimliğini koruyup geliştirerek yola devam etmesi dileğiyle, Yeni Asya’ya “Hizmet dolu daha nice yıllara” diyoruz.

***

Okurumuz “nice yıllara” derken, biz de evvelce özet bilgisini verdiğimiz 42. yıl hazırlıklarımızın devam ettiğini ifade edelim. Aynı şekilde Üstadın 51. vefat yıldönümüne yönelik çalışmalarımızın da.

Bu süreç devam ederken sizler de görüş ve katkılarınızla bize ışık tutarsanız memnun oluruz. Mesajlarınızı bekliyoruz.

13.12.2010

E-Posta: [email protected]



Recep TAŞCI

İkisi de haklı


A+ | A-

Siyasî liderler ne hikmetse önemli açıklamalarını bazen yurtdışından yaparlar.

Başbakan da bu geleneği bozmadı.

Ziyarete gittiği Lübnan’dan şöyle seslenmişti.

“Sıcak para akışını kontrol altına almak şart. Aksi halde felâket olur.”

Bu beyanat üzerine geçen haftaki yazımızın başlığını, “Başbakan nihayet fark etti” diye koymuştuk.

Çünkü o güne kadar sıcak paranın ekonomiye verebileceği zarara ilişkin ağzından tek bir cümle duymamıştık.

Arkasından bütçe görüşmeleri sırasında Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, “Başbakanın sıcak para ile ilgili açıklamalarına aynen katılıyorum.” diyerek Başbakanı destekledi.

Umutlandık.

Sandık ki hükümet yazılanlara, çizilenlere kulak vermiş.

Çin, Brezilya, G. Kore, Tayvan, Malezya gibi biz de sıcak para akışını önleyici tedbirlere başvuracağız.

Derken...

Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Ali Babacan sahneye çıktı.

Tam aksini düşünüyordu.

Yazılı açıklamasında; “sıcak parayı önlemek için herhangi bir tedbir alınmayacağını” dile getirdi.

Babacan özetle şunları söyledi.

“Tasarrufumuz yetersiz. Büyümek, kalkınmak refah istiyorsak bunu kendi tasarrufumuzla sağlayamayız. Mutlaka yabancı sermayeyi Türkiye’ye çekmemiz gerekir. Tabiî ki tercihimiz doğrudan sermaye yatırımları. Ancak portföy yatırımlarına da açık bir ülkeyiz.”

Yani Babacan demek istiyor ki, ekonominin çarklarının dönmesi sıcak paraya bağlı.

Vazgeçmeyiz.

Ama Başbakan ne diyor?

Sıcak para felâkettir.

Ayıkla pirincin taşını.

Esasında ikisi de haklı.

Sıcak para sayesinde;

Borsa rekora koşuyor...

Devlet rahatça borçlanabiliyor.

Carî açık finanse edilebiliyor.

Büyüme hızlanıyor...

Ne güzel.

Öte yandan Başbakan da haklı.

Sıcak para patlamamış mayın gibidir.

Risklidir.

Ülke kaynaklarını sömürür.

İstihdama katkısı olmaz.

Asalaktır.

Peki ne yapmalı?

Gerekli yapısal reformlara zaman geciktirilmeden girişilmeli.

Geçen hafta ilk adım olarak bazı yasa tasarılarının derhal yasalaşması gerektiğinden bahsetmiştik.

Hafta içinde Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün bizi duymuş gibi şu beyanda bulundu.

“Türk Ticaret Kanunu ve Borçlar Kanunu tasarıları 2-3 gün içinde yasalaşabilir.”

İnşaallah...

Seçime kadar çıkarın, razıyız.

O zaman:

Şirketlerin bilânçoları, gelir tabloları, denetim raporları internet sitelerinde olacak.

Şeffaflık gelecek.

Türkiye’nin kredi notu yükselecek.

Yatırım yapılabilir bir ülke seviyesine çıkacak.

Sıcak para ihtiyacı azalacak.

Ekonomi bıçak sırtından kurtulacak.

Şu da bilinmelidir.

Yasalar tek başına her kapıyı açan sihirli anahtarlar değildir.

Kanunları uygulayacak olanların misyon ve vizyonları da önemlidir.

En mükemmel yasalar bile dar görüşlü kişilerin elinde bir kâğıt parçasına dönüşebilir.

13.12.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Türkiye’nin malî sicili


A+ | A-

Dünya Şeffaflık Örgütü’nün “Küresel Yolsuzluk Raporu”nda Türkiye’nin yolsuzlukta dünyada savaşın, işgalin, kaosun, iç çatışmanın, istikrasızlığın en fazla yaşandığı ülkeler kategorisinde olduğu, 180 ülke sıralamasında 61. sırada yer aldığı daha önce açıklanmıştı.

Keza Türkiye hakkında, AB ilerleme raporlarında son beş yıldır “yolsuzluklar pek çok alanda yaygındır” ifâdesi aynen tekrarlanıyor. Yolsuzluklarla mücâdele için “Türkiye’nin soruşturma, iddianameler, yargılama ve mahkûmiyetlerle tescil edilen malî sicilini düzeltmesi ve denetlemesi” gerektiği vurgulanıyor.

Ne var ki hükûmet, bütün bu ikazlara mukabil, önleyici tedbirler yerine, yolsuzlukların önünü açan “düzenlemeler”i Meclis’in önüne koyuyor.

Meclis adına denetleme yapan Sayıştay’ı “performans denetimini yapamayacak” duruma getirerek, kamu kaynaklarını kullanımını denetlemesini kısıyor. Kamu birlik, işletme ve şirketlerinin harcadıkları kamu parasını etkin ve doğru kullanıp kullanmadığını, kamu zararına yol açıp açmadığı konusunda denetiminden kaçırıyor.

Peşinden ekleri ve gerekçeleriyle 165 sayfayı tutan “torba kanun”a sokuşturulan sözkonusu 93. maddeyle Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı “malî affı” perdesinde “özeleştirme ihâlelerinde patronlara kıyak” yapılıyor.

Daha bu tartışmalar sonuçlanmadan, Türk Ceza Kanunu’nun 257. maddesinde “af” niteliğindeki bir değişiklikle, bu kez “görevi kötüye kullanma suçlarına verilen cezalarda indirim öngören teklifi”, apar-topar Meclis’ten geçiriyor…

“UYUM YASALARI” ÖTELENİYOR…

Başbakan Yardımcısı Arınç, bunu “ceza sosyolojisi” açısından savunuyor; lâkin “Görevi Kötüye Kullanma” başlıklı maddedeki “kazanç” ibaresinin “menfaat” olarak değiştirildiği yeni maddeye göre, görevinin gereklerine aykırı hareket etmek yahut görevinde ihmal veya gecikme göstermek suretiyle, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olan ya da kişilere haksız bir menfaat sağlayan kamu görevlilerinin suçları için öngörülen hapis cezalarının indirimi, oldukça dikkat çekici.

İlginç olan, hükûmetin, yolsuzluklarla ve hukuksuzluklarla muallel özelleştirme ihâlelerini güvence altına alması. “Mahkemelerce verilen iptal ve yürütmeyi durdurma kararlarıyla ilgili olarak idarece herhangi bir işlem tesis edilmez, bu konuda açılan davalardan ferâgat edilir” ibâresiyle, özelleştirme davalarında yargının verdiği iptal kararlarının geçersiz kılınması.

Gerçi, “paket”e destek veren muhalefetin itirazı üzerine, “tasarının metninden çıkarılacağı” belirtiyor. Ancak henüz bir belirli bir sonuca ulaşılmış değil.

İşin garip tarafı, referandumda Anayasa’nın 125. maddesine eklenen “Bu yetki hiçbir surette yerindelik denetimi şeklinde kullanılamaz” cümlesiyle, özelleştirme davalarında yargının “kamu yararı” ve “yerindelik ilkesi” işlevsiz bırakılıyor. Anayasa ve AİHM kararlarına aykırı olarak, “yargı yetkisi”, “idarî eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi”yle sınırlandırılıyor.

Gerçek şu ki AKP siyasî iktidarı, referandumla kabul edilen “anayasa değişiklikleri”nde, yerli-yabancı şirketlerin kamu özelleştirme ihâlelerinde yargıya başvurmanın yolunun kapatmasına karşı, 12 Eylül’de referandumuyla çıkarılan uyum yasalarını çıkarmıyor…

YİNE “ZAMAN KALMAYACAK”!

Mesela referandumda “grev hakkının önündeki engellerin kaldırılması” ve “memura toplu sözleşme vaadi” verildi, “grev hakkı”nın “uyum yasası”yla verileceği taahhüd edildi. Fakat bunlarla ilgili yasalar da seçim sonrasına bırakılıyor. Belli ki seçim sürecinde, “Ulusal İstihdam Stratejisi” söylemiyle bütün bu başlıklar seçim sözü olarak kullanılacak…

Yine üzerinden üç ay geçtiği halde, zaten yetersiz olan anayasal değişikliklere işlev kazandırmıyor. Yüksek Askerî Şûra (YAŞ) kararlarına yargı yolunun açılmasını ve YAŞ’zedelerin mağduriyetini giderip haklarını iâde edecek, Anayasa Mahkemesi ile Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu çalıştıracak düzenlemeler yerine “malî af” perdesinde yargıya, hukuka takılmış özelleştirme ihâlelerini yeniden devreye sokuyor.

Meclis şimdi 2010 yılı bütçesini görüşecek. Yeni yılda Başbakan’ın bizzat tarih verdiği seçim sürecinin başlamasına iki aylık süre var. Görünen o ki bu da hükûmetin son demde gündeme sokuşturduğu “torba yasası” gibi vergi, zam ve özelleştirmelere harcanacak…

Ve anlaşılan o ki “uyum yasaları”na zaman kalmayacak. Seçim sath-ı mâilinde tıpkı referandumda olduğu gibi, bütün bu hak gaspları ve mağduriyetler, “uyum yasaları’nın çıkarılması” propagandasıyla seçim malzemesi olarak istimal edecek.

13.12.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Ermeniler ABD’de temyiz mahkemesi kararını değiştirmeyi nasıl başardı?


A+ | A-

1915 yılında, Ermeni tehciri esnasında yaşanan olayların vasıflandırması, Türkiye ile Ermenistan arasında ihtilâf konusu olmayı sürdürüyor. Aslında Ermeni diasporasının tüm tezlerini üzerine bina ettiği, Ermenistan’ın da diasporanın maddî desteğini almak için sahiplendiği bu olaya ilişkin olarak, hemen olayların sonrasında işgalci güçler en ayrıntılı soruşturmaları yaptırdılar. Hatta haksız yere cezalandırılanlar bile oldu.

Türkiye bu olaya ilişkin tüm arşivlerini açtı. Ermenilere ‘Gelin bilim adamlarımız birlikte çalışsın’ dedi. Ama bir türlü ikna edemedi.

Yahudilerden sonra dünyanın en başarılı lobicileri arasında yer alan Ermeniler gerek Avrupa ülkelerinde, gerekse Amerika’da bu olayları “soykırımı” olarak kabul ettirmek için uğraşmaktan hiç vazgeçmediler. Öylesine başarılı oldular ki bir çok Avrupa ülkesi bu yönde yasa tasarısını meclisinden geçirdi ve aksini iddia etmeyi suç sayar hale geldi. Bizzat tanık olduğumuz bir olayda Avrupa Kongresi “İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlar”la ilgili hazırladığı bir örnek ders kitabında örneklerin çoğunluğunu Yahudi soykırımının yanı sıra bu olaydan veriyordu. Türk heyetinin müdahalesiyle bu kitabın kabulü engellenmişti.

Bu yoğun lobi faaliyetinin bir örneği de geçen hafta yaşandı.

ABD’nin Kaliforniya eyaleti meclisi 2000 yılında bu olayları “soykırımı” olarak niteleyen bir yasayı kabul etti. Maksat o bölgede yaşayan ve atalarının bu olaylarda öldürüldüğünü iddia eden Ermenilerin Münich Re AG, New York Insurance Co ve ve AXA tarafından sigorta edildiğini savunan Ermenilerin bu sigorta şirketlerinden tazminat alabilmeleriydi. Bu dâvâların bir kısmı 2005 yılında anlaşmayla sonuçlandırılmış ve Ermeniler 37,5 milyon dolar almışlardı.

Benzer bir dâvâda geçen yıl Amerika Federal Temyiz Mahkemesi 9. Dairesi ikiye bir oyla, federal hükümetin kongreden bu yöndeki yasanın geçmesini engellemek için çaba gösterdiğini, bunun da bu konuda Türk hükümeti ile aynı yönde düşündüğünü gösterdiğini, ortada ölümleri soykırımı olarak kabul etmeme yönünde açık bir dış politika bulunduğunu, ABD dış politikasıyla çelişen eyalet yasasının hükümsüz olduğunu karar bağlamıştı.

Aradan bir yıl geçmişken ve ortada hiçbir yeni delil yok iken, mahkemenin üç yargıcından Dorothy Nelson her ne hikmetse kanaatini değiştirdi ve bir yıl önce verdikleri kararın tam aksine bir karar verilmesine neden oldu.

Bu kez gerekçe olarak hükümetin kongreden bu yönde bir yasa geçmesini engellemeye yönelik çabalarının resmî bir politika olmadığı, gayrı resmi yazışmalar olduğu gösterildi. Buna göre ABD hükümetinin bu konuda açık bir dış politikası yoktu. Böylelikle “eyaletlerin ‘Ermeni soykırımı’ terimini kullanmasını yasaklayan açık bir federal politika olmadığı” kanaatine varmıştı mahkeme.

Şimdi emsal teşkil etmesinden endişe ettikleri bu karara karşı sigorta şirketleri Yüksek Mahkemeye başvuracaklar. Alman sigorta şirketlerini temsil eden avukat Neil Michael Soltman da şaşkın. “Ağustos 2009’daki karar ile geçen Cuma mahkemenin verdiği karar arasında mahkemeye sunulan hiçbir yeni maddî veya hukukî delil yok” diyor.

Tabiî Ermenilerin o yargıcı ‘ikna’ etmeyi başarmalarını hesaba katmıyor.

Her ne kadar bu dâvâ Ermenilerle sigorta şirketleri arasında görünüyorsa da, Ermenilerin benzer lobi çalışmalarıyla dünya kamuoyunu Türkiye’nin aleyhine çevirmeye devam edecekleri bir gerçek. Bu yüzden bizim de her ortamda Türk tezini ortaya koyup, Ermeni iddialarını çürütecek politikalar geliştirmemiz gerekiyor. Onların adım atmasını bekleyip, attıkları her adımda savunma amaçlı çabalara girişmemiz, bizim hep savunmada kalmamıza yol açıyor. Hukuken soykırımı antlaşmasının çok sonraki tarihlerde kabul edilmesi nedeniyle, devletimizin bu yönde suçlanması mümkün olmasa da, bu örnekte görüldüğü gibi dolambaçlı yollarla başımızın ağrıtılması mümkün.

Kısacası; bu konuda bizim daha aktif bir politika izleyerek, doğrusunu dünya kamuoyuna anlatmamız gerek. Yoksa su uyusa bile, diaspora uyumuyor.

13.12.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  YENİ ASYA NEŞRİYAT

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.