İnsanın Yaratanıyla irtibatını kurmadan, ona doğrudan “Kendini sev; sen çok özelsin!” diyen sözde “Kişisel Gelişimcilerin” geliştirdikleri şey şahsiyetimiz değil, enaniyetimizdir.
Felsefe şakirtlerinin bu tür telkinleri, psikolojik birer uyuşturucu gibi geçici moral, özgüven ve mutluluk verse de, insanın hamuruna karılmış olan naks ve kusur ile acz ve fakr yaralarını tedavi edemiyor. Belki insanı sadece avutuyor. Hatta dozajı yükseltilirse –Allah muhafaza– firavunlaştırabiliyor.
Madem “Senin nefsine olan şedit muhabbetin, O’nun zatına karşı muhabbet-i zâtiyedir ki, sen sû-i istimal edip kendi zatına sarf ediyorsun.” 1 O halde kendimize sevgimiz nasıl olmalı ki, bu sevgi bizi Rabbimize yaklaştırsın. Öyle ki, en yüksek makam olan fenafillah sırrına ulaştırsın?
Bu asrın “Enaniyet Asrı” olduğu teşhisini yapan Bediüzzaman (ra), çareyi de Âyet-i Hasbiye sırlarıyla göstermiştir. Bir buz parçası hükmünde olan benlik, vahdet deryasında eriyebildiği ölçüde tek başına bir kâinat haline gelmektedir. Meğer gerçek büyüklük, varlık, değer, şeref ve kemal… Hepsi hiçlikte gizlenmiştir! O yüzden benliğin “Vücudunda (varlığında) adem, ademinde vücudu vardır. Enaniyeti bırakıp bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakîkî’nin âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır.” 2
İşte varlık göstergelerinden ve lezzetlerinden kendi hesabına vazgeçmek istemeyen enaniyetin, kendini savunma gerekçelerinden ve buna karşı Âyet-i Hasbiye’nin onu ikna eden cevaplarından bir kaçı:
EY BENLİK! Varlığının bilinmesini ve ona değer verilmesini mi istiyorsun? “Semada azameti ve arzda âyetleri görünen ve gökleri ve yeri altı günde yaratan Zât’ın sanatı olman, sana varlık ve değer olarak yeter!”
Demek kendini değersiz sanma! Başkalarının sana, yani benliğine değer vermesini sağlamak için havalanma! Zillet veya riyaya da katlanma! Sen gökleri ve yeri yaratan, sonsuz kudret sahibi bir Sanatkârın, belki en güzel eserisin! O Sanatkârın bizzat “iki eliyle yarattığı” 3 bir eser olmaktan daha büyük bir değer mi var? Elbette “Allah (eseri olmak, değer itibariyle) bize yeter!”
EY ENE! Kendin için övgü ve şeref mi arzuluyorsun? “Kâinat bütün kemâlat ve mehasiniyle O’nun kemâl ve cemaline nisbetle zayıf bir gölgeden ibaret olan Zâtın mahlûku ve memlûkü ve abdi olman, sana fahr ve şeref için yeter!”
Demek öyle sonsuz güzellik sahibi bir Zat ki, O’nun güzelliği, yetmiş bin perdeden geçtikten sonra kâinat aynasına düşmüş. O’nun bu zayıf gölgesi dahî bizi mest etmiş. Böylesine sonsuz kemal ve güzellik sahibinin kulu ve dostu olmaktan daha büyük hangi şeref var ki, kulluğunu ve dostluğunu bırakıp başka şeylerle Ben’imize şeref arayalım? Elbette fahr ve şeref için “Allah (dostluğu ve kulluğu) bize yeter!”
EY ENE! ‘Birçok nimetten mahrum kaldım. Bu nimetler, bu hayatta herkes gibi benim de hakkım. Hakkımı istiyorum’ diye mi bağırıyorsun? “Seni, muntazam hayat gerdanlığımın murassaatıyla tezyin eden Hâlıkımın esmasının cilveleriyle süslenerek, kardeşlerin olan mahlûkata ilân ve teşhirin ve Hâlık-ı Kâinat’ın nazar-ı şuhûduna ilân ve ızharın, hayat ve hukûk-u hayat itibariyle sana yeter!”
Demek ‘Hayatım ne işe yaradı sanki!? Çile içinde boşuna geçip gitti’ sanma! Sana giydirilen bu hayat elbisesi, şekilden şekle girerek O’nun bin bir güzel isimlerini herkese göstermedi mi? Hayat elbisesi üstünde bin bir cilvesi ile seni esmasına model yapması, hayatın hakkı olarak yetmez mi? Zaten hayatındaki bin hissenin bini de O’na ait değil mi? Hak etmediğimiz halde hayatı bize vermesi ve hayat aynamızda esmasını göstermesi yaşanmaya değmez mi? Elbette hayatın hakkı itibarıyla da “Allah (tecellîsi) bize kâfi!”
EY ENE! Kemâli marifetullahın dışında arayarak, kariyer peşinde koşmayı ilim ve kemal mi zannediyorsun? Yahut ‘Bir üniversite bitiremedik, cahil kaldık’ diye mi üzülüyorsun? “Senin ilahının Kâmil-i Mutlak olduğuna ve kâinatta kemâlat olarak ne varsa O’nun kemalinin âyetlerinden bir âyet ve O’nun kemalinin işaretlerinden bir işaret olduğuna dair ilmin, kemal olarak sana yeter!” “Bir’i bil! Marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faydasızdır!” 4
Demek yaratanını bilememişsen, profesör de olsan cahilsin! Ebu’l-Hakem de olsan Ebû Cehilsin! Ama O’nu bilip tanımışsan âmî de olsan marifet sahibisin. Çünkü bütün ilimler, O’nun güzel isimlerinin tezahüründen başka bir şey değildir. O tezahürleri görüp de arkasındaki esmâ-i hüsnâyı bilememek ise en büyük cehalettir. O yüzden iman etmek, kemalin en yücesine kestirmeden erişmektir. O halde bütün esmâsıyla iman ettiğimiz “Allah (ilim ve kemalin nihayeti itibariyle) bize kâfidir.”
EY ENE! Hâlâ kendinden ve varlığından vazgeçemiyor musun? Ölmekten veya O’nun yolunda yok olup gitmekten mi korkuyorsun? “Ne yere ne de göğe sığmadım. Ben bir mü’min kulumun kalbine sığdım, hadisinin sırrıyla, yani, bütün kâinatta tecelli eden esmâ-i İlâhiyenin bütün tecelliyatına senin cami’ bir mazhar olman sırrıyla, kâinata sığmayan bir nimeti sana bağışlayarak seni esmasının tecelliyatına cami’ bir mazhar yapan Zât sana yeter. Keza, sende bulunan mülkünü muhafaza etmek üzere senden satın alarak sonra sana iade eden ve karşılığında sana Cenneti veren Zât sana yeter!” 5
Sana Allah müşteri olmuşken, kendini niçin başkalarına satmaya çalışıyorsun? O seni, bütün kâinatın küçültülmüş bir numunesi olarak yaratmışken ve sende bütün esmâsıyla tecellî ederek sana kâinat kadar değer katmışken, senin değerini sana, O’ndan başka kim verebilir? O seni, ebedî bir muhatabı ve aziz bir misafiri olarak kabul etmek isterken, O’ndan kaçıp hâlâ benliğine mi sarılıyorsun? Korkma! Bırak kendini! “Allah bize kâfidir! O ne güzel Vekildir.”
EY ENE! Her şeyi istiyorsun değil mi? “Bu mevcudatı umumen isterim”6 diyorsan “Yalnız Bir’i iste! Sadece O’nun rızasını, O’nun marifetini, O’nun kulluğunu ve O’nun dostluğunu iste. Çünkü, başkaları istenmeye değmiyor.” 7
Dipnotlar:
1- 24. Söz, 5. Dal, 1. Meyve.
2- 26. Sözün Zeyli.
3- Sâd 38/75.
4- 17. Söz, 2. Makam.
5- bk. Tırnak içindeki kısımlar 29. Lem’a, 5. Bab’dan ikinci tekil şahsa uyarlanarak alınmıştır.
6- 17. Söz, Hüve’l-Bâkî.
7- 17. Söz, 2. Makam.