Tek parti döneminin 1946’da bitmesinden sonraki Türk siyasi hayatının uzun bir döneminde, CHP, Demokrat Partiyle ve onun devamı olan Adalet Partisi ile siyaseten bir mücadele içinde oldu.
O dönemde geçerli olan iki bloklu dünyada her iki parti de SSCB’nin başını çektiği Varşova Paktı’na değil, ABD’nin liderlik ettiği NATO’ya taraf oldu.
Aynı dönemlerde Avrupa Kömür ve Çelik Birliği olarak başlayıp AET ve AT’ye dönüşen ve son olarak da Avrupa Birliği haline gelen siyasi üst birliğe üyelik de Türkiye’nin hep gündeminde oldu.
Bu hedef, siyasetin ayarlarının önemli ölçüde bozulduğu 1980 sonrası dönemde de hep devam etti.
Önce ihtilal ürünü Anavatan Partisi ile ve sonra -1980’de kapatılan Adalet Partisinin devamı durumundaki- Doğru Yol Partisi ile sürdü. Bu yıllarda, bilhassa Merhum Demirel’in siyasi aktivite döneminde Anayasa’nın ideolojiden arındırılması ve demokratikleştirilmesi konusu başta olmak üzere birçok konudaki iyileştirmeler CHP’nin ya da diğer sol partilerin de desteği ile yapıldı.
2002’den itibaren siyasete söz söyleyen ve adında Adalet de olan AKP de bu üyeliği Türkiye’nin temel ideali olarak gördüğünü söylediği için milletten destek aldı.
Bu dönemlerde Türkiye’nin AİHS ve AİHM ile ilişkileri de geliştikçe gelişti.
Devletten ideolojik darbe yiyen bütün kesimler, çareyi, AİHM’de ve Türkiye’nin AB üyeliği kriterlerini yerine getirmesinde gördü.
Ancak sonraki AKP 2008’den sonra Birlik idealinden hızla uzaklaştı. Önce yalpaladı. Sonra 2014’ten itibaren insan haklarını adeta askıya alarak elinin tersiyle itti. 15 Temmuz 2016’dan sonra ise AB AKP’nin gündeminden artık neredeyse tümüyle kalktı. Şanghay İşbirliği Örgütü gibi alakasız yapılar alternatif olarak görülüp gösterilmeye çalışıldı ama kimse tutmadı ve yutmadı.
1946 sonrasında bir yandan sola ve sosyalizme göz kırpan ve hatta komünizme bile azıcık açık olan CHP’nin, -Erbakan tarzı dindarların deyimiyle- hakikatinde “Batı Kulüpçü” olduğu açıktı.
Ama CHP “ideolojisiz demokrasini kuşan gel” diyen AB’ye gerçekten taraftar ya da karşı olmak hususunda hep yalpaladı.
Ekonomik krizlerle birlikte “Türkiye EURO bölgesine girse ve para birimi EURO olsa idi bu sıkıntılarımızdan hiçbir olmazdı” yaklaşımının da etkisiyle “keşke AB’ye girebilmiş olsaydık” diyenler yeniden çoğaldı.
Gelinen noktada, “AB hedefinin uzaklaşmasında kabahatin büyüğü hangi taraftadır” sorusu da önemli ama asıl önemli olan “biz ne yapabiliriz?”
Şimdilerde CHP’nin bu konuda ne dediğinin de önemli hale gelmeye başlaması kaderin garip bir cilvesidir.
Geçen günlerde CHP Genel Başkanı Özgür Özel -yine- şunu söyledi:
“Onlar Şangay’a girelim diyor; kişi başı gelirleri 4.500 dolar. Biz Avrupa Birliği’ne girelim diyoruz; kişi başı geliri 45.000 dolar.”
Gelinen noktada CHP’nin AB’ye girmek isteğini tekrar be tekrar deklare etmesi önemli. Ancak bundan daha önemli bir şey var:
Türkiye AB’ye sadece iktisadî refah seviyesini yükseltmek için girmemeli. Zira muhatabımız artık AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) değil.
Muhatabımız AB, artık; devletin insan haklarına saygılı, demokratik, ideolojisiz, hizmetkâr devlete ve toplumun da tekil dincilikleri ve milliyetçilikleri dizginleyebilmiş çoğulcu toplum yapısını istiyor.
O halde topyekün muhalefet de bu kavramları öne çıkarmalı.
Hem de sadece Can Atalay vb. ile ilgili olanların değil “…öcüler”le ilgili olanlar dahil bütün AİHM kararlarının Türkiye’de uygulanmasını birinci gündem yaparak…