Ayasofya hayli zamandır siyasete açıktı.
Şimdi artık üçüncü defa ve kırk yıldan sonra yeniden ibadete de açıldı. Siyasetin girdiği yerdeki ibadetin tadı inşallah kekremsi olmaz. Ve inşallah bundan sonra “yeniden bir fetih(!)” ihtiyacı doğmaz.
Malûmunuz, elli senelik hülyasının peşinden koşan emekli matematik öğretmeni İsmail Kandemir bir dernek kurarak bu işin ardına düşüyor ve dilekçeler, dâvâlar… derken sonuç alıyor.
Derneğin 2016’da açtığı ve şimdi karara bağlanan son dâvâda, o zamanki Başbakanlık, avukatı eliyle ve vahim gerekçelerle dâvânın reddini talep ediyor. (Öyle “Sultanahmet dolmadı” filan değil daha vahim.)
Kararda Başbakanlığın bu savunması aynen şöyle özetlenmiş:
“1934 yılında yürürlüğe konulan Bakanlar Kurulu Kararına karşı yıllar sonra dâvâ açılamayacağı, dâvânın süresinde olmadığı; dâvâcının Başbakanlığa ve diğer kurumlara Ayasofya ile ilgili olarak zaman zaman başvurularda bulunduğu, dâvâya esas başvuru içeriğinin bir öncekinden farksız olduğu, dâvâ konusu Bakanlar Kurulu Kararının iptali hususunda muhtelif dâvâlar açıldığı, yine aynı işleme karşı dâvâcı tarafından daha önce açılan dâvânın reddedildiği ve bu kararın kesinleştiği, işlem hakkında kesin hüküm bulunduğu; Bakanlar Kurulu’nun idare alanında genel karar organı olduğu, Anayasa ve kanunlarla kendisine ayrıca ve açıkça yetki verilmemiş olsa bile, idare alanında “kanuna dayanmak” ve “Anayasaya ve kanunlara aykırı olmamak” şartıyla istediği her işlemi yapmak konusunda yetkili olduğu; Ayasofya’nın tahsis ve kullanım şeklinin değiştirilmesinin yürütmenin takdirinde olduğu, ulusal ve uluslar arası koşullar ile iç hukukumuz çerçevesinde Bakanlar Kurulu’nca bu konuda her zaman karar alınabileceği, Bakanlar Kurulu Kararı’nda yer alan imzaların sahte olduğu iddiasının gerçeği yansıtmadığı öne sürülerek…”
Özeti şu: Başbakanlık 2016’da “bu dâvâ ve dâvâcı ciddiye alınamaz. Bu konuda Bakanlar Kurulu gerektiğinde karar verebilir.”
Ama Danıştay 10. dairesinin beş yüksek hâkimi bu savunmayı ciddiye almıyor ve 1934 tarihli Bakanlar Kurulu Kararı’nı oybirliğiyle iptal etme cesaretini gösteriyor.
Şimdi, bu bilgilere göre bu icraat kimin ya da kimlerin eseri?
Pastadaki büyük pay kimin?
Dâvâ açanın mı, dâvâ edilenin mi, dâvâyı görenin mi?
Yargının mı, yürütmenin mi?
Önce şunu bilelim: Bu soru anlamsız hale geldiyse yani “ha yargı ha yürütme ne fark eder” diyorsanız Ayasofya’yı açmamızın “sembolik kıymeti” halen de var mıdır?
Yani demokraside geriliyorsak Ayasofya’da ilerliyor olmamızın anlamı nedir?
Ya da şöyle soralım: Demokraside geriliyorsak Ayasofya’da gerçekten ilerliyor olabilir miyiz?
Bir de şunu bilelim: “Ayasofya’yı kim açtı, yargı mı yoksa ‘dâvâ reddedilmeli’ diye savunma yazan yürütme mi?” sorusu anlamlı ise bu kere de cevabını Ayasofya’yı bunca yıldır siyasetine alet edenler vermeli.
Yargı açtıysa yürütmenin yani iktidar partilerinin bu başarıdan pay istemeye kalkmaları neyin nesi?
“Yargı bizim yargımız” mı diyorlar? Öyle ise yargı bağımsızlığı nerede?