Bayram Namazında vaizin hikmetsiz vaazından birkaç çarpık cümle zaten iç açıcı olmayan halimizi daha da kasavetleştirdi:
“Kimisi öyle der, ama, Allah bu musibetlerle bize ceza vermez… Öyle olsaydı, ne siz burada olurdunuz, ne de ben bu kürsüde!”
İnsan içinden dediği gibi, dışından da “Nasıl yaaa!” diyesi geliyor.
Bu cümleler bitti, yeni sözleri, eskilerini nakzetti: “Efendim, dünyada, ABD, Rusya ve dünyanın diğer yerlerinde Müslümanlara eziyet ediliyor. İşte bu onlara cezadır!”
Müslümanlara değil, ama küffara ceza, öyle mi?
Daha bitmedi, hikmeti unuttuğu vaazı:
“Osmanlı 600 senede yaşadığı boşanma sayısını, bugün son on yılda yaşadık. Huzur yok, bu Allah’tan bir cezadır. Huzurumuz yok, savaş var, anarşi var, terör var, böylece cezalandırılıyoruz!” diye devam ettirdi.
Sonra resmî övgüye başladı ve şu hatırlatmaları da yaptı:
“Biribirinize sarılmayın, tokalaşmayın, kucaklaşmayın, uzak durun!”
Kurban olayım vaiz, bu nasıl vaaz? Peki, vaiz efendi: Korona salgını bir ceza değil mi?
İlke zamanlar müezzin minareden, “Namaza gelin, felaha gelin, kurtula gelin, tevhide gelin!” mealinde ezanı okuduktan hemen peşinden, “Sakın ha, sakın camiye gelmeyin, korona bulaşır!” bir ceza değil miydi?
Halen camiye giremiyoruz çoğumuz, bu bir ceza değil mi?
Akrabalar olarak biribirimizle kucaklaşamıyoruz, musafaha edemiyoruz, el sıkışamıyoruz, bu bir ceza değil mi?
Bayramlarda akrabalar olarak buluşamıyoruz, bu bir ceza değil mi?
İstediğimiz gibi yiyemiyor, içemiyor, gezemiyoruz, buarada maskeleniyoruz, bunlar bir ceza değil mi?
Fakirleştik, hergün zamlar geliyor, bunlar ceza değil mi?
Vaizlerimiz bile biribiriyle çelişen, çatışan vaazlar ediyor, bu bir ceza değil mi; hem yapana, hem bize?
Kur’an, azgın kavimlerin başına gelen salgın hastalıklar ile sair bela ve musibetleri ibret almamız gereken cezalar olarak nazara vermiyor mu?
Peygamberimiz (asm), “Başımıza gelen herbir hastalık ve olumsuz hadisenin” günahlarımıza karşı, “Keffaret-i zünüb” olarak tavsif etmiyor mu?
Hülasa, nereden bakarsanız vaizlerimizin bir an önce toparlanıp Bediüzzaman’ı dinlemeleri, irşat ve tebliğin esaslarını ondan öğrenmelidirler:
“Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum:
Birincisi: Zaman-ı hâzırayı zaman-ı sâlifeye (bugünü geçmişe) kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeâyı (iddialarını tasvir) parlak ve mübalâğalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için ispat-ı müddeâ ve müteharrî-i hakikati iknâ lâzım iken, ihmal ediyorlar.
İkincisi: Birşeyi tergib veya terhib (çekinmek ve rağbet) etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden (değerini düşüreceklerinden), muvazene-i şeriatı (şeriatın dengesini, akıl, mantık ve muhakemeyi) muhafaza etmiyorlar.
Üçüncüsü: Belâgatın muktezası olan, hale mutabık, yani ilcaat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasip söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar. (Günümüz insanına uygun söz sözlemezler, eski zaman vaazlarını yapıyorlar)
Hâsıl-ı kelâm: Büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ ispat ve iknâ etsin. Hem hakîm-i müdakkik olmalı, tâ muvazene-i şeriatı bozmasın. Hem beliğ-i muknî olmalı, tâ mukteza-yı hal ve ilcaat-ı zamana muvafık söz söylesin. Ve mizan-ı şeriatle tartsın. Ve böyle olmaları da şarttır. (Bediüzzaman, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 88-89.)