Kayseri’de bir İstanbul beyfendisiydi. Bodrumlu tek katlı bir evimiz vardı. Yıl 1965... Bu yeni evimize taşındığımız tarih... Eski mahalleden yeni mahalleye... Taş evden tuğlalı eve... Henüz o insafsız betonlaşma başlamamış demek...
Ev yeni, komşular yeni, okul, arkadaşlar yeni, yeni, yeni... O bodrum katını kiraya vermek istiyoruz. Derken “beklenen kiracı” gelip yerleşiyor.
Bodrum kata kiracı değil; üniversite gelmiş. Sessiz sedasız insanlar... Ancak: “Dilleri var; bizim dile benzemez!” Meselâ biz anam babam usûlü “Gayseri”ye gidiyoruz; onlar “Kayseri’ye...” Bizim bunca yıllık şehrimizin anlı şanlı, “samimî” ismi gidiyor; çıtkırıldım isim dilimizdeki özel yerini alıyor. Geçmiş ola!
Bir gün yine Yüksel Teyzeye “Tiize!” diyecek oluyorum; onu da tekrar teyzeye dönüştürüyor. Böylece dil konforumuz elden gitmeye yüz tutuyor. Kayseri’ de oturup İstanbul Türkçesi kullanıyorlar. Benim İstanbul’a hazırlanmamın ilk işaret fişeğini ateşliyorlarmış! Bunların kiracı olmadığını iyice anlıyorum artık.
Nezaketlerine bayılıyorum. Bizim evimiz ateşli... Suyu, rüzgârı sert... olduğundan onların bahar meltemi hâlleri bize çok yabancı... Bana büyük adammışım gibi davranıyorlar. Yüzleri, gözleri, dilleri, sofraları gülen bir komşu gelmiş meğer. Onlar da eski bir evden gelmiş olacaklar ki babam bir gün bodrum katından memnun musunuz diye sorunca: “Saraya geldik, Halil Bey demişler. Babam bunu naklederken ayrı bir sevince bürünür. İyi bir iş yaptığının karşılığını almıştır.
Bu Kayseri’ye fazla bir kültür... Ne zaman karşılaşsak nezaketlice hâl hatır sormalar, tebessümler... çocuk ruhumu okşuyordu.
O zamanlar uçtu gitti.
Ve doksan yıla yakın bir ömrün bittiğini haber veren telefon geliyor: Celâleddin İstanbullu dünyayı bitirmiş.
Zaten demiş de kendisi: Gidiyorum.
Nereye deyince de: Geldiğim yere, der.
Artık son nefesinde de: Çok sevdim, diyerek terk-i mevki eyler.
Yıllar süren komşuluk ve sonrasında devam eden muhabbet...
İyi ki tanımışım böylelerini.
Beni hakikî Türkçenin başucuna bıraktılar: Risale-i Nur Türkçesi...
Onlar işte bundan benim ilk öğretmenlerim. Dilim gülüyorsa, kelimelerle dostluk kurmamın sebebi onlar...
Said Nursî ismini ilk onlardan duydum. Bunlara gelen misafirler de normalin dışında... Kitap okuyorlar, kuru çay içiyorlar, tebessüm ediyorlar, gidiyorlar. Çay tabağı ve şeker dağıtma vazifesi benim...
En ağır mevzuları anlayacağım seviyeden anlatıyorlardı.
Celâleddin İstanbullu: Cennet gelecek yerden; dünya esirgenmez, anlayışı onun düsturu idi. Öyle yaşadı, öyle veda eyledi.