Zamanla…
Siyah-beyaz fotoğrafların…
Beyazı?!
Siyah-beyaz fotoğraflarıma bakıyorum.
Ne zaman baksam… o ben orada garip, bu ben burada ağlamaklı…
Cahit’in dediği bir de: “Hangi resmime baksam ben değilim.”
Çok az izler kalsa da bunlar benim işte!
Şairlerin gidip gelip çocukluğuna sığınışı, tozlu fotoğrafları okşayışı; ölümsüzlüğü aramaktan başka ne ki!
Kim solup gitmek ister! Kim kaybolmak ister!
O gençliğe bir gün dönülecek de o yer; bu yer değil. Dar, kısa, kararsız dünyada bu sonsuz arzularına varamayacağını sen de biliyorsun. Yorma kendini!
"Dönülmez akşamın ufkundayız; vakit çok geç." diyor, Yahya Kemal ve Tevekkül İskelesi’ne yanaşıyor. Giden dönmüyor buraya; bir başka yere gidiyor. Zaten başka bir şiirinde gidenlerin geri dönmeyişini yerlerinden memnuniyetine bağlıyor.
***
Vakitler bir aynadır ve seni sana söyler; oralı olursan şayet.
Değilsen bile zaten oradasın da tegafüle sığınırız belki!
Kabullenemeyiz bazı şeyleri ya da bir korku dikilir başımıza; alır götürür bizi.
***
Yetmişli (siyah-beyazlı) yıllarda bu kadar yol yoktu lakin yordam vardı.
Fotoğraflar, televizyon siyah-beyazdı.
Tebessümlerimiz, hürriyetimiz daha renkliydi bana kalırsa. İstersen o zamanki gazetelerin: “Yazıyor, yazıyooor!” diye nasıl bağırdıklarına bir bak!
***
Cep telefonları olmadan daha mı sık görüşüyorduk? Öyle gibi… desem tezat mı mübalağa mı olur!
Şimdi daha mı siyah daha mı yalnız daha mı zincirliyiz?
Simsiyah perdelerin ardından seni göremiyorum; ses ver; orda mısın?
Teknolojinin çok da işe yaramadığını öğrendiğimizde vakit çok geç olacak! Huzurumuz artmadığına göre o cicili bicili eşyalardan sana ne bana ne!
***
Bir fotoğrafımın önünde durmuşum.
Bin dokuz yüz seksene yakın... Şimdi iki bin yirmi üç… Kanat mı takıp geldim buralara! Yarım asır… Vay yıllar vay!
***
Simsiyah, kıvrım kıvrım saçlarım… Sanki hep öyle kalacakmışım… Nasıl da akmış yıllar… Hangi kat kat perdelerin arkasına gizlenmiş o gençliğim! Yıllar… ah yıllar deyip durma; ne yaptın ne ettin, ha!
***
O liseli genç bu mu! Ta kendisi…
O tişörtü kaç yıl giydin… Şu fukaralığı bir türlü atamadın üstünden!
Kimi arkadaşların aldı yürüdü. Sen de böyle birkaç cümleye, mısraya içini dök, gömül dur!
“Şu dünyanın ucundan tut!” der der, dururdu annem. Gitti. Tutamadan, tutunamadan…
Dünya bu; tutup tutup atıyor. Sen neyi tuttuğuna bak!
***
Gittin gene; gel! Şu kaşları çatık genci tanıyor musun? Hayatının baharındaki…
Ben onu tanıyorum da… o çıkıp gelse elli yıl öncesinden, bu şimdiki beni tanır mı?!
Gözlerimden tanır/çıkarır, belki! Belki bu da kim, der!
***
O hareketli, yerinde bir ân duramayan, aynaları kıskandıran, o kendi hüsnüne âşık sen miydin diye sorar!
Cevap veremem.
Ya susarım ya ağlarım ya da birbirimize sarılıp hüngür hüngür ağlaşır mıyız!
***
Cahit Sıtkı ağlamış meselâ:
“Ah, o kadrini bilmediğim günler!
Koklamadan attığım gül demeti…”
Hepimizde yok mu bu geçip gittikten sonraki derin ve faydasız pişmanlıklar!
Bir gül demeti gibi kaldırıp attığımız taptaze günler… Yıllar belki de…