Bu zamanda iman ve Kur’ân hakikatlerini öğrenmek, nefsini kötülüklerden çekmek, kendisini şeytanın ve din düşmanlarının fitnelerinden koruyarak imanını tehlikelerden muhafaza etmek yönü ile manevî mücahede, her Müslümana farz-ı ayndır. Çünkü iman tehlikededir ve imanı korumak her Müslümana farzdır.
4. Cihad insanları hakka dâvet etmektir
Cihad farz olan bir ibadet şeklidir. Haricî düşmanın tecavüzü söz konusu olduğu zaman bu görev devlete ait olduğu için farz-ı kifayedir. Bu hususta icma vardır. (İbn-i Kayyum el-Cevzi, Zadü’l-Mead, 3:72.) Askerlerin yapması ile diğer Müslümanlar sorumluluktan kurtulurlar. Ancak bu zamanda iman ve Kur’ân hakikatlerini öğrenmek, nefsini kötülüklerden çekmek, kendisini şeytanın ve din düşmanlarının fitnelerinden koruyarak imanını tehlikelerden muhafaza etmek yönü ile manevî mücahede, her Müslümana farz-ı ayndır. Çünkü iman tehlikededir ve imanı korumak her Müslümana farzdır.
Peygamberimiz (asm), “Kim ki cihad etmeden ve cihad etme arzusunu kalbinden geçirmeden ölürse, nifaktan bir şube üzerine ölmüş olur.” (Müslim, Şerh-u Nevevî, 12:38.) buyurarak cihadın bütün Müslümanları ilgilendiren bir ibadet olduğunu vurgulamışlardır. Zamanımızda bid’aların ve gayr-ı İslâmî âdetlerin her yeri istilâsından dolayı Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, “Cihad farz-ı kifaye iken farz-ı ayn olmuştur.” (Hutbe-i Şamiye, Zeyl, s. 151.) diyerek İslâm’ı yaşamak ve müdafaa etmek ve ilimle, fikirle, mal ile cihad etmenin önemine dikkat çekmiş; nefisle, şeytanla ve İslâm düşmanları ile manen cihad etmenin her Müslümanın görevi olduğunu belirtmiştir.
Bu zamanda her Müslümanın İslâm’ı ve Kur’ân’ı müdafaa ederek bu manevî mücahedeye katılması gerektiğinin üzerinde duran Bediüzzaman, “Bu zamanda cihad manevîdir.” (Şuâlar, s. 243.) Bu ise “İman-ı tahkiki kılıcı ile olur.” (Emirdağ Lâhikası, s. 458.) diyerek İslâm’ın izzetini korumanın insanların imanını güçlendirmek şeklinde olacağını belirtmiştir.
Hz. Ali (ra), “Cihadın en faziletlisi, emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkerdir.” demiştir. Peygamberimiz (asm) Mekke döneminde müşriklerle Kur’ân-ı Kerîm’i okumak ve anlamını izah ederek, iman esaslarını izah ve ispat etmek, hak ve hakikate insanları dâvet etmek şeklinde manevî cihad vazifesini en güzel şekilde yapmakta idi. (Taberî, Tefsir, 20: 15; İbn-i Kayyum, Zad’ü-l Mead, 2: 58.) Medine’de ise mütecaviz müşriklere karşı zulüm ve tecavüzlerini önlemek üzere savaşanlara karşı can ve malları, din ve namusu korumak amacı ile yüce Allah tarafından savaş izni verilerek silâhlı cihad yapılmıştır. (Hac Sûresi: 39-40.) Yoksa savaş zorla insanları İslâm dinine sokmak için meşrû kılınmamıştır. Zira, dinde zorlama yoktur. (Bakara Sûresi: 256.) Dinin amacı hakkı müdafaadır, insanları hakka dâvettir ve insanların ahiret saadetini kazanmalarına hizmet etmektir.
5. Cihadın amacı
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’de, “Ey iman edenler! Sizi pek acı bir azaptan kurtaracak kârlı bir kazanç yolunu size göstereyim mi? Allah’a ve Resulüne iman edin, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad edin. Bilseniz, bu sizin için dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır. Böylece Allah günahlarınızı bağışlar, altlarından ırmaklar akan Adn cennetlerinde hoş ve temiz meskenlere yerleştirir. İşte bu sizin için pek büyük bir kazanç yoludur.” (Saf Sûresi: 10-12.) buyurmaktadır.
Bir diğer âyet-i kerimede, “Mü’minlerden cihad edenlerle, mazeretsiz cihaddan geri kalanlar bir değildir. Onlar için Allah katında dereceler, mağfiret ve büyük bir rahmet vardır. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir.” (Nisa Sûresi: 95-96.) buyrulur. Bu ve benzeri ayetlerden cihadın amacının hak ve hakikatleri ortaya koymak, hakkı müdafaa etmek ve ahiret saadetine yönelmek ve yönlendirmek olduğu anlaşılmaktadır.
Cihadın amaçlarını maddeler hâlinde şöyle ifade etmek mümkündür.
a) İnsanları hâlis tevhit inancına ve kulluğa yöneltmek:
İnsan eşref-i mahlûkattır. Kendisinden daha değersiz olan varlıklara kul ve köle olması ona yakışmaz. İnsana, kendisinden daha yüce olan ve bütün kâinatın yaratıcısı olan Allah’a kul olmak yakışır.
Cihadın en mühim amacı onun yaratıcısı olan Allah’ı tanıtarak ona kul olmasını ve dolayısıyla mahlûkata kulluktan kurtulup hür olmasını sağlamaktır. Yüce Allah bir hadis-i kudsîde şöyle buyurur: “Ben bütün kullarımı hâlis tevhit inancı üzere yarattım. Şeytan ise kendilerini bu inançtan uzaklaştırır, Benim kendilerine helâl kıldıklarımı haram, haram kıldığım şeyleri de helâl eder. Hakkında hiçbir bilgileri olmayan şeyleri de Bana ortak koşmalarını ister.” (Müslim, Şerh-u Nevevî, 17:198.) İşte, cihadın asıl amacı insanlara doğru ve hak olan tevhid inancını anlatarak onları bir olan Allah’a iman ettirmek ve her nevi şirk ve bâtıl itikattan imanlarını muhafaza etmektir. Bunun için yüce Allah, “Onlarla fitneden eser kalmayıp Allah’tan başkasına iman ve ibadet edilmez oluncaya kadar cihada devam edin. Eğer şirk ve isyanı bırakırlarsa, artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (Bakara Sûresi: 193.) buyurmuşlardır.
b) Kur’ân-ı Kerîm’in öğrenilmesini sağlamak:
Kur’ân-ı Kerîm, okunmak ve içerisindeki hakikatlerin öğrenilerek hayata tatbik edilmesi için inzal buyrulmuştur. Her mü’minin görevlerinden birisi de Allah kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup anlamak ve ondaki hakikatleri başkalarına anlatmaktır. Bunun içindir ki İslâmiyet cizye vermek şartı ile Müslüman olmayanların Müslümanlarla beraber hayatlarına müsaade etmiştir. Bundaki gaye onların da Kur’ân’ın hak ve hakikatlerinden istifade ederek Allah’ın dinine girmelerini sağlamaktır. Olur ki onlar veya onların neslinden gelenler İslâm ile şereflenir ve ebedî saadete nail olurlar. Onları Kur’ân’ın hakikatlerinden haberdar etmek Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup anlamaları ile mümkündür. Bu da Kur’ân’ın öğrenilmesi ile olur. Bunun için cihad, Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup öğrenmek ve öğretmektir. Cihadın amaçlarından birisi de budur.
Günümüzde “din ve vicdan hürriyetini” temin ve bu hürriyetin gereği olarak “din eğitimi” için çalmak da bir nevi manevî cihaddır. Dinin öğrenilmesi ve yaşanması, ancak din eğitimi ile mümkün olur.
c) Süflî duygulardan, kötü huylardan kurtulmak, ulvî duygulara sahip olmak:
Hayat imtihanında zor anlar vardır. Kişi mücahede ile hayatın zorluklarına karşı mücadele ruhunu geliştirmelidir. Böylece insanın düşmanları olan nefis ve şeytan ile ve İslâm’ın düşmanları olan kâfir ve münafıklarla mücadele ederek manen terakki eder ve günahlarından arınır, iyi bir Müslüman ve mükemmel bir insan olur.
Bediüzzaman, “Dünya dâru’l- hizmet ve ahiret dâru’l-ücrettir.” buyurur. Dünya keyif ve lezzet, oyun ve eğlence yeri değildir. Gerek nefsi ile ve gerekse İslâm’ın düşmanları ile mücahede edenler pek çok sıkıntılara göğüs gererek manen terakki ederler. Gayret, cesaret, kahramanlık, sabır, sebat ve hamiyet gibi yüce duygulara sahip olurlar. Mücahede etmeyenler ise, korkaklık, cimrilik, bencillik, himmetsizlik ve hamiyetsizlik gibi süflî duygulardan kendilerini kurtaramazlar.
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’de, “Dünya hayatını feda ederek karşılığında ahiret hayatını tercih edenler Allah yolunda cihad etsinler. Kim Allah yolunda cihad ederse, ister öldürülsün, isterse galip gelsin, Biz yakında ona pek büyük bir mükâfat vereceğiz.” (Nisa Sûresi: 74.) buyurur. Yine, “Allah ve Resulüne gerçekten iman edenler, Allah’ın rahmetini umarak hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenlere Allah af ve merhametle muamele eder. Allah çok affedici ve çok merhametlidir.” (Bakara Sûresi: 218.) buyurarak dinin farzlarını yapıp haramlarından kaçmak için mücadele edenlerin mükâfatını haber vermektedir.
Bu âyetler gösteriyor ki, maddî ve manevî cihadı kendilerine meslek edinenler, Allah’ın rızasına erer ve ahiretteki ebedî mükâfatı hak ederler.
d) İmana, Kur’ân’a ve İslâm’a yapılan saldırıları önlemek:
İslâm’ın izzetini korumak, hakkaniyetini ispat etmek, din ve İslâmiyet düşmanlarının İslâm’a ve Kur’ân’a olan hücumlarını önlemek, cihadın en büyük gayelerinden birisidir. Yüce Allah Kur’ân’da, “Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa, öyle cihad ediniz. O, dinine yardım etmeniz için sizleri seçti ve dinde de sizin için hiçbir zorluk kılmadı. Sizleri Müslüman olarak isimlendiren de O’dur. Öyle ise namazınızı dosdoğru kılın, zekâtınızı verin ve her işinizde Allah’a sarılın. Sizin hakikî dostunuz O’dur. O ne güzel dost ve ne iyi bir yardımcıdır.” (Hac Sûresi: 78.)
Bu âyette görüldüğü gibi İslâm’ın izzetini korumak için, bulunduğumuz zaman içinde nasıl cihad etmek gerekiyorsa, o şekilde mücahede etmemiz istenmekte ve bunun için de evvelâ namazı dosdoğru kılmamız ve İslâm dininin gereklerini yerine getirmemiz istenmektedir. Bu zamanda dahilde cihad manevî olduğuna göre, bu şekilde cihad edilmelidir ki, hakiki anlamda cihad edilmiş ve Allah rızası kazanılmış ve kâfir ve münafıklara karşı başarı elde edilmiş olsun.
e) Nefis, şeytan ve din düşmanlarıyla mücadele etmek:
Yüce Allah, Ankebut Sûresinin başında veciz bir şekilde şöyle buyurur: “İnsanlar iman ettik demekle bırakılıp, imtihan edilmeyeceklerini mi sanıyorlar? Allah imanında sadakat gösterenlerle, yalancıları birbirinden ayırmak için imtihanlarla dener. Kötülük yapanlar da kaçıp kurtulamazlar. Kim Allah’a kavuşmayı dilerse nefsi ile cihad etsin. Nefsi ile cihad ederek arzularına karşı koyan da bilsin ki, ancak kendisi için cihad etmiş olur. Böylece kendisini korumuş ve kurtarmış olur. Allah bütün âlemlerden müstağnidir, kimseye ve hiç kimsenin ibadetine ihtiyacı yoktur. İman edip salih amel işleyenleri de biz mükâfatlandıracağız. Biz insana anne-babasına karşı güzel davranmasını da emrettik. Eğer onlar ve müşrikler sizi şirke ve küfre zorlayarak sizinle mücadele edecek olurlarsa, siz onlara uymayınız. Biliniz ki dönüşünüz banadır.” (Ankebut Sûresi: 1-8.)
Peygamberimiz (asm) bu âyetlerin nazil olmasından sonra, bir rivayette Huneyn Seferinden dönerken, “Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.” buyurur. Sahabeler sorarlar: “Büyük cihad nedir, yâ Resulallah?” Peygamberimiz (asm) cevap verir: “Kulun nefsinin hevası ve arzuları ile mücadele etmesidir.” (Alüyyu’l-Muttaki, Kenzü’l-Ummal, 4: 616, Hadis No: 17799.) Bu âyet ve hadis, nefisle mücadelenin önemini anlatması bakımından gerçekten kayda değerdir.
f) Zulüm ve haksızlıkları önlemek:
Cihadın en mühim gayelerinden birisi de zulüm ve haksızlıkları önlemektir. Bunun yolu da “Emr-i bil ma’ruf ve nehy-i ani’l- münker,” yani iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama görevini hakkıyla yapmaktan geçer. Peygamberimiz (asm), “Bir kötülük gördüğünüz zaman elinizle düzeltin, buna gücünüz yetmezse dilinizle düzeltmeye çalışınız. Buna da gücünüz yetmezse o zaman kalben buğz ederek o kötülüğü hoş karşılamayınız. Bu ise imanın en zayıf mertebesidir.” (Müslim, İman, 78) buyurarak haksızlık ve kötülüğü her hâl ve şartta önlemeye çalışmanın her Müslümanın görevi olduğunu vurgular.
Yüce Allah da Kur’ân-ı Kerîm’de, “İçinizden insanları hak ve hakikate, hayır ve hidayete çağıracak, insanlara iyiliği emrederek kötülüklerden sakındıracak bir topluluk bulunsun. İşte bu görevleri yapanlar kurtuluşa erenlerdir.” (Al-i İmran Sûresi: 104.) buyurarak bize mühim bir mücadele yolunu göstermiştir. Peygamberimize (asm) soruldu: “Cihadın en faziletlisi hangisidir?” Peygamberimiz (asm) cevap verdiler. “Zalim idarecinin huzurunda hak söz söyleyerek onu ikaz etmektir.” (Nesai, Şerh-u Elbani, 3: 882.) buyurdular.
Bütün bu sayılanlar cihadın ve mücahedenin önemini gösterdiği gibi, Kur’ân-ı Kerîm de cihadın amaçlarını göstermektedir. Savaşta da aranması gereken amaçlar bunlardır. Aksi taktirde savaş dinî olmaktan, dolayısıyla cihad olmaktan çıkar. Dünyaya ait mal ve makam amacına yönelir ki, bu da savaşı cihad olmaktan çıkarıp zulüm hâline getirir. Dinin amacı ise hakkı müdafaa ederek, insanları zulüm ve haksızlıktan kurtarmaktır.
Manevî cihad vazifesi ise, bir Müslümanın her hâl ve şart altında yapmak ile mükellef olduğu bir cihad şeklidir.
CİHADIN PRENSİPLERİ
Cihad, herkesin dilediği şekilde yaptığı kuralsız ve prensipsiz tebliğ ve mücahede işi değildir. Her amel ve ibadetin belli kuralları vardır. Bunlar dinde “farz, vacip, sünnet, mekruh ve haram” olarak ifade edildiği gibi, her ibadetin bir de adabı ve erkânı vardır. Cihadın da bir ibadet olarak, elbette belli usûl ve kaideleri olacaktır. Usûlüne uygun, şartlarına göre yapılmayan hiçbir ibadet kişiye fayda vermez, bilâkis zarar verir.
İbadeti yapmanın şartları vardır. Bu şartlara uymamak ibadeti bozar ve kişiyi sorumlu hâle getirir. Sağlıklı ve netice alıcı bir cihad görevi yapmak için şu hususlara özellikle uyulması gerekir.
1. Dinde zorlama yoktur.
Cihad insanları zorlayarak İslâm’a sokmaya çalışmak değildir. Müslüman olmaya zorlamak dinen doğru değildir. İslâm zora muhtaç değildir. İnsanları hayra veya şerre zorlamak zulümdür. Allah adil olduğu ve zulümden münezzeh olduğu için insanları hür yaratmış ve dinde zorlamayı yasaklamıştır. (Bakara Sûresi: 256.) Sevilmeyen ve beğenilmeyen bir şey sevdirilmeye zorlanır. İslâm nurdur, rahmettir, zorla sevdirilmeye ve kabul ettirilmeye ihtiyacı yoktur. Ulvî ruhlar ve temiz kalpler onu severler. İslâm temiz fıtratların, selim akılların, hak ve hakikat âşıklarının sevgilisidir. Bozulmamış akıllar ve selim kalpler onu arar ve bulurlar. İslâm için yapılacak en güzel mücadele, onu arayanlara doğru ve olduğu gibi anlatmak ve öğretmekten ibarettir.
Bütün bunlardan dolayı yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’de, “Dinde zorlama yoktur. Doğruluk sapıklıktan ve iman küfürden tamamen ayrılmıştır.” (Bakara Sûresi: 256.) Aklı olan iki cihan saadeti için seve seve İslâm’ı öğrenmeye ve yaşamaya koşar. Akılsız, vicdansız ve beyinsizlerin zaten İslâm’da yeri yoktur, İslâm onlara muhtaç değildir; ancak İslâm’ı yanlış anlayıp anlatmalarına ve kasıtlı olarak İslâm’ı yıkmalarına ve bozmalarına fırsat vermemek için “doğru İslâm’ı anlatarak ve İslâm’a lâyık doğruluğu göstererek” onlarla mücadele ve mücahede etmek gerekmektedir. Cihadın amaç ve hedeflerinden birisi de budur.
Dinde zorlama yani ikrah, inanmayan kâfire, “Müslüman olmazsan seni öldürürüm!” demektir. Allah bunu engellemek için, “Dinde ikrah, yani zorlama yoktur.” âyetini inzal buyurmuştur. Bu âyetin nüzul sebebi şöyledir: Ensardan Beni Salim bin Avf el-Huseynî isimli bir Sahabinin çocukları Hıristiyan olmuş ve Şam’a yerleşmişlerdi. Medine’ye yağ satmaya geldiklerinde babaları yakalarından tutarak, “İslâm’a girmedikçe sizleri bırakmam!” diye Resulullahın (asm) huzuruna getirdi. “Yâ Resulallah! Göz göre göre bunları ateşe mi atayım?” dedi. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. (İbn-i Kesir, Tefsir, 1: 38; Tahsin Emiroğlu, Esbab-ı Nüzul, 1: 257.)
Yüce Allah diğer âyetlerde şöyle buyurur: “Rabbin dileseydi yeryüzünde herkese iman nasip ederdi. Yoksa sen insanları imana zorlayacak mısın?” (Yunus Sûresi: 99.) “Dileyen iman etsin, dileyen de inkâr edebilir.” (Kehf Sûresi: 29.) “Halbuki sen, onlar inanmıyorlar diye neredeyse kendini helâk edeceksin. Biz dileseydik onlara gökten mu’cizeler indirirdik de, ister istemez boyun eğerlerdi.” (Şuara Sûresi: 3-4.) Büyük müfessir Fahreddin Razî, “Yüce Allah imanı mecbur kılmamış ve insanları zorlamaya müsaade etmemiştir. Kullarını iradeleri ile serbest bırakmış, irade ve ihtiyarlarını etkilemek için deliller ortaya koyarak akla kapı açmış, iradelerini ellerinden almamıştır. Kur’ân-ı Kerim’de tevhid ve haşri aklî delillerle izah ederek akılları ile ve ihtiyarları dahilinde iman etmelerini istemiştir.” der. Allah’ın, “Dileyen iman etsin, dileyen de inkârına devam etsin.” âyetinden muradı, neticesine katlanmak şartı ile herkesin inancında serbest olmasıdır. “Din ve vicdan hürriyeti”nin en geniş manada dayanağı budur. Bunun için İslâm diyarında yaşayan müşrikler ve ehl-i kitap olanlar, cizye vermeleri şartı ile inançlarında serbesttirler; inkâr ve küfürlerinden dolayı kınanmaz ve öldürülmezler. Cizye verince de onları korumak devletin üzerine vacip olur.” (Razi, Tefsir-i Kebir Tercümesi, 5: 256.)
İmanın gerçek yeri kalptir. Dil ise kalpte olanı ifade eden bir vasıtadır. Dil kalbin tercümanıdır. (Fıkh-ı Ekber Şerhi, Aliyyü’l-Kari, s. 87-88.) Kalpte olmayan bir imanın dille ifadesinin hiçbir önemi ve anlamı yoktur. Böyle kimselere dinde “münafık” denir. Bunların ahiretteki dereceleri ise Cehennemin en alt tabakasına düşmektir. (İbn-i Kesir, Tefsir, 4: 234)
Yüce Allah korkuya ve zorlamaya dayanan bir imanı kabul etmediğini, kalbin imanın halâvetini almadan inanmış sayılmayacağını ifade ile şöyle buyurur: “Bedevilerden bazıları inandık derler. Onlara deki, ‘Hayır, siz inanmadınız, çünkü iman kalbinize yerleşmiş değildir.’” (Hucurat Sûresi: 14.) Bu âyet-i kerîme korku ve menfaate dayalı bir imanın makbul olmayacağını ifade etmektedir.
Yaratılışın gayesi ve dünyanın en değerli hazinesi iman olduğu için, onu elde etmek rastgele bir hadise değildir. Çalışarak, şuurlu ve bizzat hür iradesi ile iyiye yönlendirmekle lütfedilen bir ihsan-ı İlâhî ve bir nurdur. Bu nur hem insanın değerini arttırır, hem onu, hem de kâinatı ışıklandırır. Kur’ân’ın istediği iman, müdellel (delilli) ve müberhen (ispatlı), akıl ve kalbin tatmin edildiği tahkiki, sarsılmaz bir imandır. Bunun için Kur’ân pek çok âyetlerinde Allah’ın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren delilleri çokça zikrederek imanı akla kabul ve kalbe yerleştirmek ister. “Deveye bakmazlar mı, nasıl yaratılmış? Dağlara bakmazlar mı nasıl dikilmiş? Yeryüzüne bakmazlar mı nasıl yayılmış? Ey Resulüm! Sen onlara öğüt ver, onları doğru yola zorlayıcı değilsin ..” (Gaşiye Sûresi: 17-22.) Yüce Allah bunun gibi Kur’ân-ı Kerîm’de yüzlerce âyet ile imanın ve tevhidin delillerini ortaya koyarak akılları ve kalpleri dü-şünmeye, araştırmaya ve inanmaya dâvet etmektedir. Kur’ân’ın dâvet metodu “ikna” metodudur.
Niçin dinde ve imanda zorlama olmaz?
Dünya bir imtihan meydanıdır. Eğer insanlar inanmaya zorlanırlarsa, imtihan olmaz. Bunun için yüce Allah buyurdu: “Hanginiz daha güzel amel işleyecek diye imtihan için sizi dünyaya gönderen, hayatı ve ölümü yaratan Allah’tır.” (Mülk Sûresi: 2.)
Evet, Bediüzzaman’ın ifadeleri ile, “Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervah-ı âliyeyi, ervah-ı safileden tefrik eder.” (Sözler, s. 307.) “İman ve teklif, ihtiyar dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabakadır.” (Şuâlar, s. 498.) Bu ise akla kapı açmak ve ihtiyarı elden almamak tarzında olabilir.
Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır bu konuda şöyle der: “Din cüz-i ihtiyarinin sarfı iledir. Daire-i dinde ikrah, yani zorlama yasaktır. Dinin şânı ikrah değil, ikrahtan korumaktır. İslâm dininin bizzat hâkim olduğu yerlerde kimse dine zorlanmaz. İkrah ile vaki olan iman makbul olmadığı gibi, zorla işlenen amelde de sevap bulunmaz. Zira, bu dindeki niyet ve ihlâsa münafidir. Rıza ve hüsn-ü niyet olmadıkça amel makbul olmaz. O amel de ibadet sayılmaz. Ameller niyetlere göredir. Vazife de zorla değil, bi’l-ihtiyar yapılmalıdır. İman ve amel-i salih cebre değil, hüsn-ü ihtiyar ve rıza-i vicdaniyeye menuttur. Bunun için din, ancak tebliğ ve teklif edilir, dine girmeye zorlanmaz.” (Hak Dini Kur’ân Dili, 1: 860-861.)
DEVAM EDECEK
İSLÂM’DA CİHAD
M. ALİ KAYA
[email protected]