Çanakkale, asırlar boyunca Asya münafıkları ile Avrupa kâfirlerinin hesaplaştığı bir meydandı.
Süleyman Paşa’nın sallarla Gelibolu’ya geçişiyle başlayan cihad sevdası, nihayet İstanbul’un fethine ve şehrin İslâm’ın payitahtı oluşuna uzanan büyük yürüyüşü başlatmıştı. Osmanlı İmparatorluğu fetihle birlikte bir eliyle doğuya, diğer eliyle batıya uzanmış; Çimenlik Kalesi ve karşı kıyıdaki Kale-i Sultaniye ile boğazın en dar yerinde Akdeniz’den Karadeniz’e geçişe adeta kilit vurmuştu. Beş asır boyunca bu kilidi hiçbir güç kıramamıştı.
20. yüzyılın başında bu kilidi zorlama sırası İngilizlere ve Fransızlara gelmiş, onların dahi gücü yetmeyince dünyanın öbür ucundan Avustralya ve Yeni Zelanda’dan askerler, hatta Cezayir ve Tunus’tan zorla getirilen Müslümanlar cepheye sürülmüştü. Morto Koyu’ndaki Fransız mezarlığında yatan Cezayirli Hasan’a, Faslı Muhammed’e bakınız: Farkında olmadan Müslümanla Müslümanı çarpıştıran büyük bir oyun kurulmuştu. Türk askerinin cebinden çıkan kanlı Kur’ân-ı Kerîm ne kadar ibret vericiyse, Fransız ordusunda ölen Faslı bir askerin cebinden çıkan aynı şekilde kana bulanmış Mushaf da o kadar düşündürücüdür.
Bugün Çanakkale Şehitler Abidesi altındaki müzeye girildiğinde karşılıklı iki ordunun askerlerine ait bu kanlı Mushafları görmek, insanın yüreğini dağlayan bir hakikati hatırlatıyor: Bir hilal uğruna ne güneşler batmıştı. 253 bin, hatta belki daha fazla şehit, her metresine yüzlerce merminin düştüğü o cehennemde can vermişti. Bu topraklar bugün “üstü yoktur, altı vardır” denilerek anılıyor; zira altında yatanların ruhunu incitecek hayat tarzları zaman zaman hüküm sürse de, Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle, o topraklara atılan 253 bin çekirdeğin bir kısmı çürümüş, bir kısmı ise filiz verip aslına uygun ağaçlar hâline gelmiş; Nur meyvelerini bugün de vermeye devam etmektedir.
Çanakkale’yi bir kış günü ziyaret ettiğimde bu hakikati yaşayan insanlarla buluşmak nasip oldu. Şehitlerin kanıyla sulanmış topraklarda filizlenmiş Nur kahramanlarıyla bir araya geldim. Tacettin Demir kardeşimle iskelede deli poyraza aldırmadan küfre meydan okuduğumuz o an hâlâ zihnimdedir. Son görüşüm olan Hacı Halittin Başaran Ağabey ve fedakâr eşi Huriye Teyzemizi de evlerinde ziyaret etmiştim. “Ali, biz artık iki ihtiyar birbirimize bakıyoruz. Hacı abin imam oluyor, sandalyede cemaatle kılıyoruz” deyişi kulağımdan hiç gitmiyor.
Aynı gün Mustafa Toros Ağabey’in ailesini de ziyaret etmiştik. Çimenlik Kalesi zindanlarında iken bize ikram ettiği meşhur kabak tatlısını hatırlatınca, ablam yerinden kalktı ve dolaptaki tatlıyı getirip ikram etti. Hem tatlıyı yedik hem de yılların hatırasını tazeledik.
(Devamı var)