25 Haziran 2013, Salı
İstibdadı çok dehşetli tariflerle açıklıyor Bediüzzaman Hazretleri Münazarat isimli meşhur reçetesinde. Öyle ki, deyim yerindeyse tam on ikiden de vuruyor bu tarifler o dehşetli fiili. Tarifler için Münazarat isimli esere okuyucularımızı yönlendirirken, biz istibdadın biraz daha içimize girmiş yönünden bahsedelim.
Öyle ki istibdat, insanın hayatında hangi yaşam alanına girse zulüm oluveriyor çoğu zaman. Ailede, işte, okulda, akrabalar arasında, dostluklarda ve daha pek çok toplum kesiminde. Peki ya sebep? Çünkü Cenab-ı Hakk’ın Adl ismi, Hakem ismi ve daha pek çok ismi insan üzerinde tecellî ederken; istibdat bu tecelliye bazen zarar veriyor, kesintiye uğratıyor maalesef.
İnsanı fizyolojik ve psikolojik olarak iki açıdan da düşünürsek durum böyle. İnsan bedeni ve ruhu istibdadı kaldıramayacak bir fıtratta yaratıldığı için başta mânen, ardından da maneviyattaki sarsıntıların neticesi olarak bedenen hasta olmaya; bir şeyler yolunda gitmemeye başlayıveriyor. Bu istibdadın madde âlemindeki durumu da vahim elbette; lâkin manevi canipten gelen istibdatlar çok daha vahim neticeler getiriyor. Bir insan, üzerinde bir baskının olduğunu hissettiği zaman beyin adeta yakıyor radarları ve tüm bedene şu sinyali gönderiyor: “Şu an haricî bir baskı altındasın”. İşte bu sinyal insanın her hayat dakikasına yansıyor. Bunu birkaç örnekle açıklamak daha uygun olur.
Geçtiğimiz eğitim döneminde anaokulu velileri ile yapılan bir veli toplantısına katılmak nasip oldu. Toplantıya katılan dikkatli ve ilgili babalar dikkatimi çekti. Velilerin çoğunluğu babalardan oluşuyordu. Yalnız bu babalar toplantıya öyle annelerin tembihleri ile gelmiş de emaneten dinleyip gidecek gibi duran, yani başka deyişle şu toplantı bitse de gitsek diyen babalardan değildi maşaallah. Öğretmen hanımın yaptığı organizasyonlara büyük bir istekle katılıyor; çocukların da gözledikleri durumları gayet olgunlukla anlatıp ciddi anlamda çözüm arayışına giriyorlardı. Yine o dikkatli babalardan birisi şöyle bir açıklamada bulundu velisi olduğu küçük kızıyla ilgili: “Hoca hanım, benim kızım yaptığı şeylerde çok hırs gösteriyor; öyle ki yapamayınca çok fazla üzülüyor ve bu durumu yediremiyor. Kafasına koyduğu şeyi ya yapacak, ya yapacak, diğer türlüsüne razı olmuyor.” Babanın bu sözlerini dikkatle dinledik. Anlattığı kız çocuğunu okulda gözlemlediğimiz kadarıyla öyle bir davranışına çok da şahit olmamıştık. Ardından durumu anlayabilmek için birkaç soru daha yönelttik ve babanın söylediği diğer açıklamalar aslında neyin ne olduğunu çok güzel gösterdi. “Hoca hanım, ben bir iş yapıldı mı en iyisi olsun isterim ve hep de bunu söylerim. Kızım, bir işi yapıyorsan ya en iyisini yap, ya da hiç yapma derim” dedi. Ama bu cümlesinin kızında görülen o zararlı hırs huyunun kaynağı olduğunun farkında bile değildi.
Bu olayın altında aslında çok büyük mesajlar yatıyor. Bilinçli babanın kızı ile ilgilendiği, hatta fazlasıyla ilgilendiği aşikâr. Ama ona fark ettirmeden ve bilmeden uyguladığı istibdat; yani "o işin ya en iyisi olacak ya da en iyisi olacak, başka bir seçenek yok" mesajı çocuğun fıtratına yerleşmişti. Baba; o çocuğa aslında hiçbir zaman "Çok hırs yap" demedi; ya da "Yapamazsan kendini yiyip bitir de!" demedi elbette. Ama babanın kendi kişiliğinde oluşturduğu fikir yapısı çocuğun fiillerine öyle bir baskı uygulamıştı ki; ortaya daha altı yaşında yaptığı her işe yetmeye çalışan ve doğal olarak yetemeyince kendini yiyip bitiren bir kız çocuğu çıkmıştı. Hele de kız çocuklarının babalarına çok düşkün oldukları okul öncesi dönemde (0-6 yaş); o yavrucak babasının istediği gibi bir insan olamadığını bilinç altına yerleştirdikçe daha da hırsı perçinlendi elbette. Yani babadaki iyi iş ortaya çıkarma fiili bir istibdattı ama “ilgilenmek” maskesinin altında kaldı ve neticeleri böyle göründü demek ki. Çocuk eğitimi istibdadın çok farklı bir boyutu anlayacağınız.
Aile içerisinde muhabbetlerinin her an devam etmesi gereken bir de eşlerdir elbette. Öyle ki eşler arasındaki sevgi-saygı; çocuklara yansır ve saygılı nesiller filizlenir. Peki ya eşler arasındaki istibdat nasıl baş gösterir? En basitinden huylardan başlamak gerekir. Evlilikler elbette ki temelleri sağlam atılması gereken ciddi kurumlardır. Yalnız nasıl ki sosyal hayattaki iş kurumlarında bazı uyuşmazlıklar oluyorsa; aile içinde de böyle uyuşmazlıklar baş gösterebilir. Huylar uyuşmayabilir meselâ; ya da zevklerde ayrılık baş gösterebilir. Sevgi bir insanı kusursuzluğuyla sevmek değil; kusurları ile de sevebilmekle daha da bir mükemmelleşir. Sizin için kesinlikle mantıklı olan bir davranış, eşiniz için çok da gereksiz ya da saçma gelebilir. Lâkin burada eşlerin birbirine “O huyundan vazgeç”, “Bu yaptığın şeyden nefret ediyorum”, “Sakın aynı şeyi bir daha yapma” gibi tehdit ve istibdat içeren sözleri karşı tarafta büyük hasarlara yol açabilir. Burada önemli olan bir husus da şudur ki: Bu huy bizim için mi yanlıştır? Yoksa toplum hayatının genelinde yanlış karşılanan, en önemlisi rıza-yı İlâhîye de ters düşen bir hareket midir? Yani biz eşimize uyarıda bulunurken; yakışan neyse öyle olması için mi bulunuyoruz; yoksa kendi istediğimiz gibi bir insan haline getirmek için istibdat mı uyguluyoruz? İşte bu nokta dikkate değerdir.
Eğer ilk şıksa; yani bizim niyetimiz eşimizi bir yanlışından çevirmekse; ki bu aile ve eş olmanın da gereğidir, bunu da doğru üslup ile yapmak gerekir. Ama eğer ikinci şık ise; yani biz eşimizi olduğu gibi kabul edip; hatalarını iyi niyetle düzeltmek yerine; sadece bizim istediğimiz bir insan kalıbı çıkarmak istiyorsak bunun adı sadece istibdattır ve mutlaka bir yerden patlak verir. İstibdat uygulanan anne; kendisinin istibdat uygulayabileceği ilk merci olan çocukta bu uygulamayı farkında olmadan da olsa yapabilir. Yani seven bir eş yada anne maskesinin altından istibdat çıkabilir! Aman dikkat! İstibdatçı bir neslin süregelmesi kaçınılmaz bir gerçek halini alır.
Peki ya istibdat, toplu yaşadığımız diğer kurumlara girerse ne olur? Şahs-ı manevi üzerinde tecelli etmeye başlarsa nasıl vahim neticeler doğurabilir? İşte bu hepsinden daha da korkunç olsa gerektir. Üstad Hazretleri Risale-i Nur’da hizmetin fertlerini; şahs-ı manevinin azalarına benzetir. Ve bir azanın diğerinin kusurunu görmeyeceğine; aksine onun yanlışını tamamlayıp düzelteceğine de yer verir. Peki bunun aksi nasıl gerçekleşir? Bir ferdin diğerinin kusurunu görmemesi sadece yeterli kalmaz. O ferdin hakkı ve hukukuna da saygı duyması gerekir. Bir göz nasıl ki "Bütün beden benimdir" deyip de ona göre tasarruf edemiyorsa... Ya da beyin bütün bedeni hareket ettirme kabiliyeti varken; kulağa hariçten gelen bir zarar olduğu zaman ona ne yaparsa yapsın duyum alma sinyallerini gönderemiyorsa; bir şahs-ı manevi de tek elden ya da tek bir fikir yapısıyla yürütülememektedir. Nasıl ki kulak duymak için tek başına yetemez ve beyine ihtiyaç duyarsa; şahs-ı manevinin azaları olan fertler de tek başlarına hüküm oluşturamaz ve bunu diğer azalara kabul ettiremez. Çünkü kulak ile beyin birlikte hareket ettikleri sürece işlerini yerine getirebildikleri gibi; şahs-ı manevinin fertleri de “Biz” dedikleri sürece hizmetlerini daimi hale getirebilirler.
Üstad yine Nurlar’da “makinenin çarkları” tabirini de kullanır. Çarklardan birine zarar gelse diğerinin işlevini yerine getiremeyeceğini söyler. Peki ya bu çarkların çalışma stili nasıl olmalıdır? Biri diğerinden hızlı dönmeye çalışırsa; ya da onun dönüşü diğerine engel olacak derecede bir istibdat uygularsa bu da çarkların dönüşüne zarar değil midir? İşini görmesini geciktirip engel olmamaktadır denilebilir mi? Elbette ki zarardır ve engeldir. Bu makine nasıl olsa çalışıyor denilip geçmek mümkün olmaz. Tıpkı onun gibi şahs-ı manevinin azaları olan fertler birbirlerinin fiillerine, yapacakları işlerine müdahale ederlerse; o baskın olmaya çalışan çarklar gibi düzeni bozup bozmadığına bakmadan şahsî tasarruflar yapmış olurlar ve ancak zarar verebilirler. Nasıl ki düzensiz çalışan çarkların olduğu makine hem işini geciktirir, hem de dayanma kapasitesi daha azdır; ve ilk fırsatta fire verir. Tıpkı onun gibi; istibdadın hâkim olduğu ve buna hizmet kılıfı giydirilmeye çalışıldığı durumlarda işin içine çok daha vahim neticeler girer.
Şahs-ı mânevî haricindeki örneklerde istibdat bir aileyi, bir nesli etkiler; yalnız şahs-ı mânevî içindeki istibdat çok daha mühim kurumları, toplulukları ve gayeleri etkiler. Bu etkinin neticesi uhrevî cihette olduğu için elbette çok daha ağır ve vahimdir. Asla yüklenilmeye cesaret edilemeyecek bir yüktür.
Üstad Hazretleri Münazarat isimli eserinde istibdadın çözümünün meşverette olduğunu söyler. İnsanın ailesinden başlayıp memleket dairesine kadar giden; gittikçe genişleyen dairesinin meşrutiyet üzerine yürüyeceğini söyler. Yalnız orada da şöyle hassas bir noktaya dikkat çeker ki, bu da çok mühimdir. Bazen istibdadın meşrutiyet şeklini aldığını söyler. İşte bu hal çok daha anlaşılması güç bir durumdur. Burada istibdat bir maske giymiştir; meşveret maskesi. Bir insana maske giydirirsiniz ama içinde yaşayan ruh yine maskenin altındaki yüzün sahibi olan ruhtur. Tıpkı onun gibi; meşveret sureti de olsa bazen yapılan fiil istibdattan öte gitmiyorsa burada kesinlikle derhal düzeltilmesi gereken; suretten çok fiile bakılması gereken durumlar vardır. Bu durum aile içerisinde ise vahim neticeler verir. Bir eğitim kurumunda ise; yapılan eğitimin önüne geçer; bir şahs-ı manevi azalarının arasında ise dünyevi ve uhrevi acı ve vebal getiren neticeleri saymakla bitmeyecek türdendir.
İşte hayatımızın her alanında neticeleri çok vahim olan bu istibdat olgusunu hayatımıza nerede nasıl yerleştirdiğimiz çok dikkat isteyen bir iştir. Bazen hayatımıza öyle bir yerleşir ki çoğu şeyin, ailemizin, eşimizin, mutlulukların, dostlukların hatta kardeşliklerin hayatımızdan uçup gitmesine neden olabilir…
Okunma Sayısı: 961
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.