Gençlik yıllarımda uzun süre oynadığım bir bilgisayar oyunu vardı.
Günlük hayatı taklit eden, yemek yiyip kilo alabildiğin, çalışıp para kazanabildiğin, sokaklarında dolaşabildiğin bir simülasyon… Başlangıçta sadece eğlenceli bir kaçıştı; fakat zamanla çok daha derin bir şeye dönüştü.
Bir gün oyunun kodlarına müdahale etmenin yollarını keşfettim. Gizli dosyalarını açmayı, parametrelerini değiştirmeyi öğrendim. İlk iş, oyundaki arabaları değiştirmek oldu; Avrupa arabalarının yerine Türkiye’deki arabaları ekledim. Ardından giyim stilini değiştirip Anadolu’nun İslâmî giyim tarzını oyunun dokusuna işledim. Sembollerini bile değiştirdim; heykelleri kaldırıp Rönesans tablolarının yerine İslâmî motifler yerleştirdim.
Artık oyun elimin altındaydı. Kiliseleri camilere çeviriyor, şehrin merkezine devasa binalar dikiyor, hesaplara sınırsız para ekleyebiliyordum. Oyuna tamamen hâkim olmuştum. İstediğimi yapıyor, dilediğimi gerçekleştiriyordum.
Tam bu noktada zihnime bir düşünce saplandı ve hayatımın dönüm noktası oldu: Eğer bu oyunun ana karakteri zekâ sahibi olsaydı… Gözlemleyerek, aklını kullanarak benim varlığımı kavrayabilseydi beni nasıl görürdü? Beni nasıl anlatırdı?
Bu sorular tefekkür kapılarını ardına kadar açan anahtarlar hükmündeydi.
Muhtemelen arkadaşlarına şöyle tarif ederdi: “Bu bizim büyük dünyamız… Gördüğümüz her şey aslında bir oyun ve oyalanma yeridir. Bize hükmeden başka biri var. Onun her şeye gücü yeter. Kudreti her şeye kâdirdir…”
Onun gözünde ben görünmezdim, varlığım oyunun içine dâhil olamazdı. Beni memnun edebilirse hayatı kolaylaşır, aksi hâlde zorlaşırdı. Tek bir dokunuşum, onun dünyasını bir anda yıkabilir veya yeniden kurabilirdi. Kaderi tamamen benim elimdeydi. Sahip olabileceği her imkânı ben belirliyordum.
Ve işte o anda fark ettim ki, oyundaki bu sahte “ilâhlaşma hissi”, benim gerçek hayattaki acziyetimin aynasıydı. Çünkü ben de kendi dünyamda, görünmeyen fakat her şeye gücü yeten Rabbimin karşısında aynı konumdaydım. Bu durum, zihnimde yıllardır dolaşan soruları çözmeye başladı.
Tıpkı oyundaki karakterin acizliği benim acizliğime; onun yapay dijital âlemi benim fânî dünyama benziyordu: geçici, sınırlı ve yok olmaya mahkûm…
Dünyanın Allah’ın zatını taşıyabilecek bir mahiyete sahip olmayışı; Allah’ın yoktan var etmesinin akıldaki tahayyül karşılığı; varlığın zahmetsizliği ve sürekliliği… Hepsi bu oyun metaforunda kendini gösteriyordu.
Bu sayede, hakikatte kulluğu daha keskin görüyordum. Oyuna müdahale edebildikçe, hayatımda müdahale edemediklerime karşı acziyetim belirginleşiyordu. Güç yanılsamasına kapıldıkça, gerçek kudretin bana ait olmadığını fark ediyor; iliklerime kadar Rabbimin kudretini hissediyordum.
Bir yönüyle oyun bana hükmediyordu; ben de oyuna hükmediyordum. Aynı şekilde, hayat bana hükmediyor; ancak ben hayata hükmedemiyordum. Ve yavaş yavaş anlamaya başladım: Hayat da bir oyun… Ama daha detaylı, daha gerçekçi ve çok daha uzun ve sorumlu olduğum bir oyun. Tek fark; biz bu dünyanın içine hapsedilmiş karakterler değiliz, vakti geldiğinde oyundan çıkarılacak misafirleriz.
O gün geldiğinde, amelimize göre ya “Hoş geldin” nidalarıyla ebedî saadete, ya da “Hesap ver” hitabıyla azap yurduna yönlendirileceğiz. Benim oyundaki karaktere gerçek hayatta hiçbir himmetim, yardımım olamazdı.
Ama Rabbimin kullarına gerçek vatanımız olan ahirette ikramları, lütufları, nimetleri… Aklımızın henüz tahayyül bile edemediği büyüklüktedir.
Ve oyun bana şunu öğretti: Fânî oyuna dalarsam, bâkî hakikati kaybederim.