İnsan bazen kendi içinden geçenlere yabancı olur.
Bedenimizin asıl sahibi olmadığımız gibi, zihnimizden ve kalbimizden geçenleri de kontrol altına alamayız bazen. Namaza başlarız, huzurun kapısına kıyama dururuz; fakat zihin sağa sola savrulmaya başlar. Dil “Allahu Ekber” derken, akıl alışverişi, hatıraları, sevdayı, geçmişi, geleceği ya da başka bir malayanî meseleyi düşünmeye koyulur. Böyle anlarda insan kendine kızar:
“Ben ne biçim biriyim? Nasıl bir Müslümanım? Şu an Rabbimin huzurundayım ama aklım başka yerde... Benim bu namazım hiç kabul olur mu?” der ve mahcup olur. Oysa ki asıl dönüm noktası tam da buradadır.
Çünkü mahcubiyet, pişmanlık ve iç sıkıntısı zannedildiğinin aksine kalbin ölmüş değil, uyanık olduğunun delilidir. Ölü kalp yanlış yaptığını anlamaz; kararmış gönül yanlışa üzülmez ve fark etmez. Oysa ki duyulan bu mahcubiyet hissi ve fark ediş, bir hakikat olduğunu gösterir. İşte o hakikat, havatır ve vesvese oklarının hedefi hâline gelmesidir. Zira bu oklar, imanla nurlananlardan başkasına çevrilmez.
Bazen hoş bir hatıra, bazen çirkin bir hayal, bazen de anlamı belirsiz düşünceler şeklinde içimize doğan, kalbimizde ve zihnimizde beliren bu düşüncelere “havatır” denir. İnsanın kendi iradesiyle kurup şekillendirdiği düşünceler değildir, kalbin kapısına ansızın gelen konuklar gibidir. Kimisi nefsin arzularından yükselir, oyalamaya çalışır; kimisi de şeytanın fısıltısıdır, huzuru bozmak ve kalbi bulandırmak ister. Bu düşüncelerin oluşturduğu tahribat ise vesveselerin başlamasına yol açar.
Bir düşüncenin sahibi, onu kalp ile kabul ettiğinde belli olur. Kalp kabul etmezse, tıpkı kapısı çalınıp da açılmayan bir ev gibi, o düşünce gelir, seslenir, sonra da çekip gider. Kalbimize geleni eğer dilimizle tasdik edebiliyorsak bizimdir; dilimizle tasdik etmiyorsak bizim değildir. Havatır mahiyeti bilinmediğinde insanı perişan eden vesveselere, mahiyeti bilindiğinde ise hoşnut olunan bir misafire dönüşür. Gelişinde memnun olunan, fakat eve buyur edilmeyen, muştu getiren bir uğursuz misafir gibidir.
Bu muştu şu gerçektir: Şeytan ve avaneleri, tamamen kendi tarafına geçmiş biriyle uğraşmaz; çünkü onun için savaş bitmiştir. Ama insan Rabbine yöneldiğinde şeytaniyet telaşa kapılır, kaybetmekte olduğunu anlar. Namazın kıymetinin idrak edildiği, tövbenin kapısına gidildiği, helal-haram hassasiyetini önemsendiği, gönülde Allah’a karşı ince bir titreme belirdiği anda, şeytan için alarm çanları çalar. Bu yüzden saldırı başlar. Havatır ve vesvese, insanın zayıflığından değil; şeytanın onu kaybetme korkusundandır.
Mü’minin kalbi bir manevra alanı gibidir. Bir yanda iman direnir, öte yanda nefis fısıldar. Şeytan ise görünmez bir vesvese perdesi indirerek kalbin içindeki bu mücadeleyi daha da çetin bir hâle getirir. Dışarıdan bakınca karmaşa gibi duran şey, aslında iç savaşın işaretidir. Bu savaş yoksa, nefse teslimiyet vardır; nefse teslimiyet varsa, hakikat kaybolmuştur. O hâlde bu durum bir kaybın değil, kurtuluşun habercisidir.
Havatır, rububiyet ve ubudiyet gerçeğiyle alâkalı bir imtihan sahasıdır. İnsan o düşüncelere razı olmaz, onları kabul etmez ve umursamazsa; işte bu, aslî benliğinin, ruhunun saf tarafının, imanının yaşayan yönünün bir delilidir. Bu vesveseler yüzünden ibadetten uzaklaşmak değil, bilâkis daha sıkı sarılmak gerektiğinin en belirgin nişanıdır.
Kaynakça
1. Risale-i Nur / Yirmi birinci sözün ikinci makamı