İMANIN MAHİYETİ...
İmanın mahiyeti hakkında ne kadar konuşursak konuşalım, ne kadar okursak okuyalım ya da ne kadar düşünürsek düşünelim değer. Çünkü dünyaya insan olarak gönderilmiş varlıklar olarak en temel görevimiz budur! Bizi bu âleme gönderen, bize bu hayatı veren, bizi bu donanımda var eden Yaratıcı’mıza inanmak ve O’nu tanımaya çalışmak tam da “insan” olmamızın gereği olarak ortaya çıkıyor.
“Biz zaten iman ettik” dememiz, iman konusuna yoğunlaşmamıza engel olamaz, olmamalıdır. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de, “zaten iman etmiş olan” mü’minlere hitap edilerek, “Ey iman edenler! Allah’a, Peygamber’ine, Peygamber’ine (asm) indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin, Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr eden kimse kesin bir şekilde sapıklığa düşmüştür” (Nisa 4/136) buyruluyor; iman edenler yeniden yeniye imana dâvet ediliyor. Bu çok dikkat çekici değil midir?
Yaygın dinî anlayışta imanın nasıl tanımlandığını biliyoruz: “Hz. Peygamber’in (asm) Allah’tan alıp tebliğ ettiği bütün inanç esaslarını tasdik edip inanmak”. Fakat bu tanımın yanlış olmasa da çok zayıf, çok kuru ve tek yönlü olduğunu görmemiz gerekiyor. Çünkü bu tanım imanın, kulun iman etme talebine karşılık Allah’ın mukabelesini göz ardı ediyor. Halbuki Kur’ân-ı Kerîm’de, kulun imanının söz konusu edildiği âyetlerde, “Allah ile” anlamına gelen “billah” lâfzının gelmesi, iman konusunda Allah’ın mukabelesine dikkat çekiyor. Yani iman etme talebinde bulunan bir kimse, aslında bir irade beyanında bulunuyor, Allah da bu iradeyi kabul ediyor; kişinin kalbine mahiyetini bilemediğimiz bir “nûr” koyuyor. Çünkü Allah’ın bir ismi yani özelliği de O’nun “mü’min” olmasıdır. O, bu özelliği itibariyle hem kendisine inanmak isteyenlere “iman veren” hem de onları “güvende kılan”dır.
Nitekim Said Nursî imanın mahiyetine ilişkin açıklamalar yaparken önce ünlü kelâm âlimi Taftazanî’nin buna işaret eden tarifini veriyor: “İman, kulun cüz’î iradesini sarf etmesinden sonra Allah’ın o kulun kalbine bıraktığı nûrdur.” Ardından bu tanımı daha da açarak “iman Hz. Muhammed’in getirdiği dinin temel esaslarını tafsilen yani detaylı olarak, bunların dışında kalanları icmalen yani kısaca tasdik etmekten hâsıl olan nûrdur” diyor, İşârâtü’l-i’câz isimli eserinde. Hemen devamında da aynı noktaya değinerek “iman Şems-i ezeliden insan vicdanına ihsan edilen bir nûrdur ve bu nûr vicdanın iç yüzünü ışıklandırır” kaydını düşüyor.
Said Nursî’nin imanın tarifine yönelik yaptığı açıklamalardan:
a) İmanda kulun iradesini kullanması gerektiğine,
b) İmanın Allah’tan geldiğine, bunun bir nûr olduğuna,
c) Bbu nûrun insanın kalbine veya vicdanına ilka edildiğine,
d) Bu nûr sayesinde insan vicdanının aydınlandığına dikkat çekiliyor.
Bu çerçevede Said Nursî yine imanın mahiyetine ve sonuçlarına dair açıklamalar yaptığı yerde, hemen herkesin bildiği ve sıklıkla kullandığı meşhur cümleyi söylüyor: “İman hem nûrdur hem kuvvettir”.
Aynı anlayış çerçevesinde Said Nursî, eserlerinin birçok yerinde ya terkib-i Osmanî ile “nûr-i iman” tabirini kullanarak ya da böyle bir terkibe yer vermeden “iman nûru” ifadesiyle “imanın bir nûr” olduğu vurgusunu sürekli gündemimize taşıyor.
İmanın tanımı ile ilgili olarak bu temel yaklaşımı dikkate aldığımızda ilk yaptığımız ya da yapmamız gereken şeyin ezberimizdeki iman tanımı düzeltmemiz gerektiği sonucu ortaya çıkıyor. Bu yaklaşım bizi bu nûrun nasıl bir nur olduğu, nasıl parladığı ya da daha çok nasıl parlatılacağı, bunun sönüp sönmeme riskinin bulunup bulunmadığı ve varsa bunların neler olduğu gibi onlarca başka meraklı sorunun cevabını aramaya sevk ediyor.
Hayatımızın temel amacı imanı elde etmek ise, bu aynı zamanda ebedî saadetin de anahtarı ise bu soruların cevaplarına yoğunlaşmak gerekmez mi? Ne dersiniz?