Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, nur-u Muhammedî (asm) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlem-i kebîr bir şecere tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur. Eğer dünya mücessem bir zîhayat farz edilirse, o nur, onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur. Eğer pek güzel şaşaalı bir Cennet bahçesi tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî onun andelibi olur. Eğer pek büyük bir saray farz edilirse, nur-u Muhammedî o Sultan-ı Ezel’in makarr-ı saltanat ve haşmeti ve tecelliyat-ı cemaliyesiyle âsâr-ı sanatını hâvî olan o yüksek saraya nâzır ve münadi ve teşrifatçı olur. Bütün insanları davet ediyor. O sarayda bulunan bütün antika sanatları, harikaları ve mu’cizeleri tarif ediyor. Halkı o Saray Sahibine, Sâniine iman etmek üzere cazibedar, hayretefza davet ediyor.
Mesnevî-i Nuriye, s. 130
***
Elbette kâinattaki hayat, kat’î bir surette Hayy-ı Ezelî’nin vücub-u vücuduna kat’î şehadet ettiği gibi, o Hayat-ı Ezeliyenin şuaatı, celevatı, münasebatı olan “irsal-i rüsul” ve “inzal-i kütüb” rükünlerine bakar, remzen ispat eder. Ve bilhassa risalet-i Muhammediye (asm) ve vahy-i Kur’ânî hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan, bu hayatın vücudu gibi hakkaniyetleri kat’îdir denilebilir.
Evet, nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır ve şuur ve his dahi, hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır ve akıl dahi, şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır ve ruh dahi, hayatın halis ve safî bir cevheri ve sabit ve müstakil zatıdır. Öyle de, maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (asm) dahi, hayattan ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsatü’l-hülâsadır ve risalet-i Muhammediye (asm) dahi; kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en safî hülâsasıdır. Belki maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (asm) dahi, âsârının şehadetiyle, hayat-ı kâinatın hayatıdır. Ve risalet-i Muhammediye (asm), şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur. Ve vahy-i Kur’ân dahi, hayattar hakaikının şehadetiyle, hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.
Evet, evet, evet! Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (asm) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur’ân gitse, kâinat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.
Sözler, s. 132
LUGATÇE:
âlem-i kebîr: büyük âlem.
andelib: bülbül.
âsâr-ı sanat: sanat eserleri.
celevat: cilveler.
hülâsatü’l-hülâsa: özün özü.
i’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ki ey aziz!” manasında bir hitap.
inzal-i kütüb: peygamberlere kitapların indirilmesi.
irsal-i rüsul: peygamberlerin gönderilmesi.
küre-i arz: dünya, yer küre.
makarr-ı saltanat ve haşmet: saltanat ve haşmetin merkezi, hükümdarlık karargâhı.
münadi: çağıran, davetçi, tellâl.
risalet-i Muhammediye: Hz. Muhammed’in (asm) peygamberliği.
Sâni’: her şeyi sanatlı olarak yaratan Allah.
şecere: ağaç.
şuaat: parıltılar.
vücub-u vücud: varlığın zorunlu oluşu, var olmak için bir sebebe ihtiyaç duymama.
zîhayat: hayat sahibi.