İman ‘gayb’ı tasdik etmek, başka bir ifadeyle görünmeyene inanmak olduğuna göre bunun nasıl bir süreç içinde gerçekleştiği önemli bir konu olarak karşımıza çıkıyor; eğer taklitten değil de tahkikten bahsediyorsak.
Zira taklide dayalı imanda süreç değil, aileden veya çevreden telkin edileni tekrarlamaktan ya da onu kabul ettiğini söylemekten ibaret bir tutum vardır. Oysa tahkike yani sorgulayıp temellendirerek emin bir şekilde inanmaya gelince, bu belli insanî ve mantıkî süreçler sonunda gerçekleşiyor.
Sadece İslâm akaidi açısından değil bütün semavî dinler açısından en temel iman konusu “iman-ı billah” yani Allah’a iman etmektir. Allah ise –mahiyeti gereği- kendisi yaratılmışlar türünden olmayan, maddeden münezzeh, mevcut donanımımızla bu dünyada “görmeye” konu teşkil etmeyen bir Zât-ı Akdes’tir. Bu Zât-ı Akdes’in varlığını ve özelliklerini temellendirmenin metodolojik bakımdan en önemli prensiplerinden birisi “fiilden fâile intikal etme” usûlüdür. Eğer biz bir fiil görürsek, fâilini görmesek bile onun varlığından şüphe etmeyiz. Allah Zatı itibariyle “gaybî” olmakla birlikte, fiilleri itibariyle -deyim yerindeyse- gözümüzün önündedir. O halde fiillerden yola çıkarak O’nun hem varlığını, hem özelliklerini kesin bir şekilde çıkarıp O’na imanımızı sürekli olarak güçlendirebiliriz.
Basit gözlemlerimizden yola çıkalım meselâ. Gün boyu çalışmalar sonunda akşam dağınık ve kirli olarak bıraktığımız ofisimiz, sabah geldiğimizde yeniden düzenlenmiş olarak tertemiz karşımıza çıkıyorsa, ilgili elemanı görmesek bile bu “temizlik” ve “düzenleme” fiilî temizlikçi ve düzenleyici kişi ya da kişilerin bulunduğunu göstermez mi? Aynı şekilde gözümüzün önünde bir yazı makinasında metin yazılıyorsa ‘yazan’ın, bir duvar örülüyorsa ‘ören’in bulunduğunda tereddüt gösterebilir miyiz? Hayır! Çünkü fiil varsa mutlaka o fiili yapan vardır, deriz. Hiçbir fiil fâilsiz olamaz. O halde bizim açımızdan belirleyici olan “fiil”dir. Fiil varsa fâilin olması gerektiğinde hiçbir şüpheye yer yoktur.
Bu prensibi göz önünde bulundurarak kâinata baktığımızda adeta sayısız diyebileceğimiz fiiller görüyorsak, bu fiiller zorunlu olarak fâilin bulunduğunu aşikâr biçimde gösterir. Meselâ, dünyada çok bariz bir “hilkat/yaratılış” fiili görüyoruz. En mükemmel organizma olarak “insan” örneği üzerinden gidersek bugün itibariyle (yazının kaleme alındığı gün) dünyada 7.804.834.940 “hilkat” elbisesini giymiş insan var. Bugün dünyaya gelen bebek sayısı 173.107 çocuk. İnsanın dışındaki diğer canlıları da hesaba kattığımızda rakamlarını telâffuz edemeyeceğimiz ya da istatistiklerinin tutulamayacağı çoklukta her gün, her saat, her dakika “hilkat” fiilinin gerçekleştiğini görüyoruz, yahut öğreniyoruz. Fiil bu kadar çok, bu kadar bariz, bu kadar yaygın olduğuna göre Fâil yani Hâlık/Yaratıcı da o kadar aşikâr, o kadar zâhir, o kadar belirgindir, diye bir sonuca ulaşıyoruz.
Âlemdeki fiillerden birisi olarak örneklendirdiğimiz “yaratılış” fiiline meselâ “rızıklandırma”, “hayatlandırma”, “düzenleme”, “zinetlendirme” “merhamet etme” gibi çok belirgin öteki fiilleri ekleyebiliriz. Bu fiiller zorunlu olarak “rızıklandırıcı”, “hayatlandırıcı”, “düzenleyici”, “zinetlendirici”, “merhamet edici” bir Fâile kesin şekilde delâlet eder. Fiiller arasındaki muhteşem uyum ve ahenk de o Fâilin bir ve tek olduğunu ispat eder.
Belirtilmelidir ki “fiilden fâile intikal etme” prensibi sadece Fâilin bulunduğunu ve O’nun bir olduğunu değil, aynı zamanda O’nun özelliklerinin (esma-i hüsnâ) neler olduğunu da anlamamızı sağlar. Meselâ insan olsun başka canlı olsun, yeni doğmuş bir bebeğin ihtiyacının karşılanmasında gördüğümüz “rahmet” ya da “merhamet” fiili, fâilin yani Yaratıcının “rahim” olduğunu gösterir.
Diğer taraftan “fiilden fâile intikal etme” prensibi fiillerin gerçekleşmesinde gördüğümüz zahiri sebeplerin “etkinliği” olmadığını, dolayısıyla hakikî Fâilin, her fiilin fâili olan mutlak Yaratıcı olduğunu anlamaya götürür. Böylece “sebeplere takılma” tehlikesinden kurtulmuş oluruz.
Yine “fiilden fâile intikal etme” prensibi bizi gafletten uzak kılarak sürekli olarak Yaratıcıyı hatırlayan, fiilleri vesilesiyle daima O’nunla olan, O’nun esmasını müşahede eden bilinçli bir mü’min olma özelliğine ulaştırır.
Sonuç olarak yaşadığımız kâinatta adeta sayısız diyebileceğimiz fiiller görüyor, bu fiillerin mutlaka Fâili olması gerektiğine intikal ediyor, fiillerin meydana gelmesinde “sebep” gibi görünen unsurların fiildeki güzel neticeleri verecek özellik taşımadığından hareketle “etkin” olmadığını tesbit ediyor, bu suretle Fâil-i Mutlak’ı esmasıyla tanımaya çalışıyor, her fiilde O’nu ve O’nun esmasını okumaya çalışarak sürekli imanımızı yenileme ve güçlendirme imkânı buluyoruz!