Tâ çocukluğumuzdan beri “din adamlarını yobaz ve gerici ilân edip karalama” propagandasının önde gelen örneklerinden biri olarak anıldığını bildiğimiz “Vurun Kahpeye” filminin yönetmeni Lütfü Ö. Akad, geçtiğimiz günlerde vefat etti. Senaryosu, sonradan kendisi de Kemalist rejimin gazabına uğrayan Halide Edip Adıvar’ın bir kitabına dayanarak yazılan bu filmde, “mürteci” bir imamın “ilerici ve idealist bir kadın öğretmen”e karşı, halkı da kandırarak yürüttüğü “linç”in hikâyesi anlatılıyor.
Daha sonra da birçok filme imza atan Akad’ın, çektiği ilk film olan “Vurun Kahpeye” için, daha sonra herhangi bir özeleştiri yaptığını duymadık.
Oysa bu film, Menemen provokasyonunun sinema dilindeki bir başka versiyonunu anlatan çok kaba bir kara propaganda çabasının örneğiydi.
Akad’ın ölümünden sonra hakkında yazılanlara ve söylenenlere—ki hepsi aynı kalıptan çıkmış gibiydi—baktığımızda, kıdemli yönetmen ve “yapıt”larına övgüler düzülürken, “Vurun Kahpeye” filminin de baş sıraya konulduğunu gördük.
Dünya görüşü itibarıyla Akad’la aynı düşüncelere sahip olanların böyle yapması gayet normal.
Ama öyle olmaması gerektiği halde o sınıfa dahil olanların yaklaşımı garip ve izaha muhtaç.
“Yandaş” olarak nitelenen kimi yayın organlarındaki Akad haberlerinin, diğerlerinde çıkanlarla tıpa tıp aynı olmasını ve Akad’a övgüler düzülürken “Vurun Kahpeye” filmine en küçük bir eleştiri getirilmemesini nasıl yorumlamak lâzım?
Bu garip durum, kimliğimizi oluşturan aslî değerlere sahibiyet şuur ve hassasiyetindeki aşınmanın yeni bir örneği ve tezahürü değilse ne?
Konunun, Akad’ın şahsıyla bir ilgisi yok.
Ve ölenin arkasından kötü konuşulmaz.
Ancak bu, eser ve icraatını eleştirmekten kaçınmayı gerektirmemeli; böyle bir tavrın bahane ve gerekçesi olarak kullanılmamalı. Çünkü hakkın hatırı âlîdir ve hiçbir hatıra feda edilemez.
Eğer “Vurun Kahpeye” filmine karşı yapılan ve yapılması da icab eden haklı eleştiriler artık seslendirilmeyip, tam tersine bu film suskunlukla geçiştiriliyor, hattâ örtülü bir dille övülüyorsa, orada ciddî bir kimlik erozyonu var demektir.
Bu durum, “farklılıkları buluşturma” gibi ilk bakışta doğru gibi görünen bir sloganın perdesi altında, birbiriyle mücadele halindeki zıt dünya görüşlerini aynı potada harmanlama iddiasıyla yola çıkıp, bunu yaparken kendi kimliğinden uzaklaşarak savrulmayı doğuran bir tavrın ifadesi.
Demokratik açılım gündeme geldiğinde, sorunu çözecek asıl formülleri bir asır önce dile getirmiş olan Said Nursî—bir-iki defa adının telâffuz edilmesiyle—geçiştirilirken, Yılmaz Güney’le ilgili bir etkinlikte “Onun filmlerindeki mesajlar dikkate alınmış olsaydı bu sıkıntılar olmazdı” gibi bir ifadenin kullanılmış olması da, bu savrulmanın manidar örneklerinden biri değil miydi?
«««
Gül’ün Londra seferi
Cumhurbaşkanı Gül’ün göreve geldikten sonraki bilmem kaçıncı İngiltere ziyareti gayet “görkemli” geçmiş. Londra’da çok az kişiye uygulanan olağanüstü gösterişli bir protokolle ağırlanan Gül’ün orada bu kadar “el üstünde tutulması”nı, “üzerinde güneş batmayan bir imparatorluk” olarak anıldığı devirlerdeki gücünün büyük kısmını kaybetmiş olsa da dünya politikalarındaki etkinliğini önemli ölçüde hâlâ devam ettiren İngiltere gibi bir devlet nezdinde Türkiye’nin itibar ve ağırlığını gösteren bir işaret olarak mı görmek lâzım, yoksa işin içinde başka işler mi var?
Herşeyi komplo teorileriyle yorumlamak doğru değil, ama Lozan’la başlatılan süreçte dünyanın ve bilhassa İslâm âleminin karşı karşıya geldiği birçok kriz ve düğümde dessas İngiliz siyasetinin parmağı bulunduğu biliniyorken, bu devletle böylesine sıkı fıkı olmanın izahı ne olabilir?
Peki, Gül’ün “Eğer AB’ye girseydik, birlik içindeki pozisyonumuz İngiltere’ninki gibi olurdu” sözü ne anlama geliyor? Mâlûm, bu ülke “Amerika’nın AB içindeki Truva atı” olarak görülüyor.