Aynı fikir ve kanaatte olanlar, birbiriyle müzakere ederler, mütalaada bulunurlar.
Bu hâl onları mutlu eder, huzurlu kılar. Müzakereyi daimî kılmaları ise, yaşadıkları hayatın kalitesini yükselterek güzelleştirir. Bunun aksi hâli ise, aksi istikamete götürür, fenâ neticeler doğurur.
Farklı, hatta zıt fikirde olanlar ise, birbiriyle diyalog kurabilirler. Kuracakları diyalog sayesinde, bazı kaygılardan kurtulabilirler. Dünyalarında büyütmüş oldukları birçok meselenin, aslında o kadar da büyük ve tehlikeli olmadığını anlarlar. Böylelikle, daha güvenli bir hayatı yaşamanın tadına varır, erdemini yaşarlar. Aksi durum, yani daha da zıtlaşmaya yönelmeleri ise, bütün güzellikleri de zıddına inkılâp ettirmiş olurlar. Aradaki güven hissi ortadan kalkmaya başlar. Bu da tarafların huzurunu kaçırır, onları daimî bir kuşku ve tedirginlik içinde bırakır. Zira, zıtlaşmanın derinleşmesi hâlinde, taraflar, başka odaklarla da işbirliği yapma arayışına girecekleri için, zamanla iş çatışmaya döner ve kolayca hâlledilebilicek en basit bir mesele dahi bir bakarsın devâsâ bir krize dönüşüvermiştir.
Demek ki, mümkün olduğunca diyalog yolunu ve iletişim kanallarını açık tutmak, tarafların ve de umumun menfaati icabıdır.
*
Şu sıralar, gerek ülke içinde, gerek bölge genelinde ve gerekse dünya çapında bazı diyalog emareleri, hatta yer yer tabloları görünüyor.
Büyük resimde görünen ABD-Rusya arasındaki diyalog dünyanın dikkatini çekiyor.
Keza, Türkiye’deki ve Suriye’deki zıtlar arasında gerçekleştirilen diyalog ve görüşme tabloları, neticesi meçhûl olmasına rağmen, söylentisi bile sivil kitleleri memnun ediyor. Zira, kendi maişetini düşünen, işinde-gücünde olan sessiz çoğunluk, çatışmalardan ciddi manada usanmış durumda. Dolayısıyla, zıtlarla iç içe yaşadıkları yerde daimî bir huzur ve güvenin olmasını arzu eder. Bunun sağlanması da, hâliyle zıt fikirde olanların birbiriyle medenîce diyalog kurabilmesi ve aynı masa etrafında görüşebilmesiyle mümkün olabiliyor. Devletin güvenlik birimleri elbette ki vazifesini yapacaktır. Lâkin, dünya genelinde de görülebildiği gibi, toplumdaki nihaî güven, ancak vatandaşlar arasındaki dinî ve etnik husûmetlerin ortadan kaldırılması ve medeniyette terakkî etmeleriyle mümkün olabiliyor.
*
Türkiye coğrafyasındaki gelişmelere baktığımızda, tarih aynasında şunu görmekteyiz:
Türkler ile Kürtlerin en az bin yıla dayanan müşterek tarihi içinde, aralarında din, mezhep ve etnisiteye dayalı herhangi bir çatışma hâli hiç, ama hiç yaşanmadı. Çatışma bir yana, iç sebeplere bağlı herhangi bir ayrışma da yaşanmış değil. Tâ ki, Avrupa’yı kasıp kavuran ve oradan dünyaya yayılan ırkçılığa dayalı milliyetçilik akımları Osmanlı, Balkan ve Ortadoğu coğrafyasına sirayet edinceye kadar.
Bu menfî frengî cereyanın tezâhürleri, 1800’lü yılların sonlarında ve bilhassa 1900’lü yılların başlarında bâriz şekilde içimizde görülmeye başlandı. Bu içtimaî marazın azgınlaşması ise, yeni Türkiye rejiminin ve daha çok Kemalist Türkçülüğün dayatmaları sayesinde mümkün oldu. Bu illetten kurtulmanın çaresi de, kökü ecnebîde olan ırkçılık mânasındaki milliyetçiliği içimizden söküp atma gayretine bağlı. Aksi hâlde, daha çekeceğimiz var demektir.
*
Evet, tarihen sabittir ki, büyük Fransız İhtilâli’nden sonra Batı ve Orta Avrupa'ya, oradan Balkanlar'a, hemen ardından Türkiye topraklarına, dolayısıyla Anadolu coğrafyasına sirayet eden ırkçılık mânâsındaki milliyetçilik cereyanı, bizde Meşrutiyetin ikinci senesinde, yani 1909’da ve öncelikle Turancılığı depreştirerek, bir diğer ifade ile “Türkçülük hareketi”ni tetikleyerek tezahür etti. Bunun zıt istikametindeki Kürtçülük hareketi ise, ondan 9–10 sene kadar sonra (1918), işgal altındaki İstanbul'da ortaya çıktı.
Ümit ve temenni edelim ki, yüzyılı aşkın bir süredir kardeş çatışmasına sebep olup umumun huzurunu kaçıran Avrupa menşeli frenk illetinden milletçe topyekûn bir şekilde kurtulma şansına, imkânına sahip olalım.