Bir önceki yazıda, Filistinlilerin kendi aralarında anlaşamadıklarından, bunca mezalime rağmen, aralarında birlik-beraberlik ruh ve şuurunun bir teşekkül etmediğinden söz ettik. En büyük düğümlerden biri budur.
Meseleyi bir-iki halka daha genişlettiğimizde, ayrıca şunu görüyoruz: Filistin’e komşu olan diğer Arap ülkeleri de, Filistin davası meselesinde anlaşamıyorlar. Aralarında görüş birliği yoktur. Arap Birliği Teşkilatı da aynı durumda. Müşterek bir fikir ve hareket içinde değiller.
Aynı perişan tabloyu İslâm ülkelerinde ve İslâm İşbirliği Teşkilatında da görmekteyiz. Filistin meselesinde bir türlü “işbirliği” yapmıyorlar, yapamıyorlar.
Gelelim şimdi Türkiye’nin durumuna ve tutumuna…
*
Zaman zaman şunu müşahade ediyoruz: Gerek mitingin duyurusu için ve gerekse bayrak, flama, broşür, afiş, el ilânı gibi şeylerin dağıtıldığı stand benzeri noktalarda, ayrıca parti propagandasını, hatta partiye üye kaydının yapıldığını gördük. Daha da ötesi, miting sahasında bile partiye üye kaydı için standlar kuruluyor.
İşte, bu ve benzeri uygulamalar, son derece soğuk ve itici geliyor. Zira, Filistin dâvâsı, bu suretle bir partinin propaganda aleti haline getirilmiş oluyor.
İşte, tam da bu noktada durup düşünelim: Filistin dâvâsı, acaba böylesi bir mantık ve anlayış şekliyle başarıya ulaşabilir mi? Mümkün görünmüyor.
O halde, Filistin meselesi, partilerüstü tutulmalı ve hatta mümkünse miting ve benzeri organizasyonlar ortaklaşa yapılmalı. Yani, parti ayrımcılığı yapılmadan bu meselenin takipçisi olmalı. Tâ ki, Sultan II. Abdülhamid’in dediği gibi “Filistin, bütün İslâm âleminin ortak dâvâsı” haline gelsin, öyle görünsün ve bütün dünyada öyle anlaşılsın. Aksi halde, ciddî bir hâl çaresinin ve çıkış yolunun bulunması çok müşkil olur.
Velhasıl: Filistinli kardeşlerimiz, kendi vatanlarında her gün başlarına inen zulüm bombalarıyla kahır ve azap çekerken, bitip tükenmek bilmeyen hamaset edebiyatıyla biz de burada kahroluyoruz.
İsteriz ki, bitsin artık bu kısır döngü, kırılsın gitsin artık bu fâsid çember. İkide bir hamaset pompalamak yerine, düğümleri çözmeye yarayacak politikalar ortaya konulsun artık.
*
Son bir notumuz da HAMAS’ın mücadele metodu ile ilgili.
Her millet gibi, elbette Filistinliler de vatanlarını savunma hakkına sahiptir. İşgalcilere karşı mücadele, onların en tabii ve en meşru hakkıdır.
Yalnız şu var ki: İşgalci Siyonistlere karşı meşru mücadeleyi yaparken, mümkün olduğu kadar sivillerin mal ve canlarına zarar vermeyecek bir metodu takip etmeleri gerekiyor.
İşin bu yönünü tam olarak bilemiyoruz. Bilemediğimiz için de soruyoruz: Acaba, sivillere zarar vermeyecek bir cephe açma ve o cepheden karşılık verme imkânları yok mu?
Mücadele sahası dar olduğu için, belki bir cephe savaşı yapamıyorlar. Mücadelenin mühim bir kısmı tüneller kullanılarak yapılıyor. Gerek tüneller olsun, gerekse metruk veya harabe binaların içinde olsun, ateşli silâhlarla yapılan mücadelede, savaşamayacak durumdaki sivillerin, kadın, yaşlı ve çocukların can ve hane güvenliklerinin mutlaka, ama mutlaka dikkate alınması gerekiyor. Şayet, bu noktayı dikkate almayıp, “Madem biz ölüyoruz, varsın onlar da ölsün” gibi sadistçe bir fikir ve yaklaşım içinde iseler, açıkça ifade edelim ki, HAMAS da büyük vebâl altına girmiş olur. Zira, hiç kimse, hiç bir gerekçe ile sivillerin, masumların, çocukların ölmesini haklı ve meşru bir metot olarak gösteremez.