Yaşadığımız zelzele felâketi, aynı zamanda “yüz yılın felâketi” olarak da umumî kabul gördü.
Esasen, görmesi de lazımdı. Zira, aynı yerde peşpeşe vukua gelen depremlerin şiddeti, büyüklüğü ve yol açmış olduğu maddî-mânevî hasar, tarihte emsâline hiç rastlamadığımız bir âfet mahiyetinde görünüyor.
Peki, bu büyük âfet ve şu dehşetli musibet, yeterince uyarıcı oldu mu? Herkes bundan gereken dersi çıkarabildi mi? Bilhassa en büyük sorumluluk sahibi olan başta başlar, bu felâketten kendi paylarına düşen hisseyi görüp kabul edebildiler mi? İftiharla anlatıp durdukları o “İmar Barışı”nın kaç bin insanımız için mezar yerine dönüştüğünü tesbit ile bundan herhangi bir nedamet duyabildiler mi?
Gözlem ve tesbitlerimize göre, ne yazı ki bu yönde müsbet bir gelişme görünmüyor. Aksine “günah keçisi” arar gibi, bütün suç ve günah baş ve merkez yerine şubelerin, yani daha alt birimlerdeki insanların üzerine yıkılmaya çalışılıyor.
*
Depremin sarsıntısıyla büyük hasar gören ve bir kısmı yerle yeksân olan binaların zayıflığından-çürüklüğünden şüphesiz ki müteahhitlerin sorumluluk payı büyüktür. Hele ki, binaları uygunsuz yerde yaptığı ve malzemeden çaldığı halde, tutup bunu “Cenetten bir köşe” diye lanse ederek pazarlayan müteahhitlerin mutlak sûrette yakalanıp adâletin huzûruna çıkarılması gerekiyor. Buna kimse çıkıp en ufak bir itirazda bulunamaz. Ne var ki, mesele bundan ibaret değil.
Şunu herkes biliyor ki, bir müteahhit ne kadar sahtekâr olursa olsun, insanlara tabut olacak binaları tek başına yapıp cilâlayarak insanlara satamaz. Onun da bağlı bulunduğu denetimci kurum ve kuruluşların varlığı, yine herkesin mâlûmu.
Demek ki, bütün suçu-günahı müteahhitlere yükleyerek işin içinden sıyrılamayız. Kendimizi temize çıkaramayız. Hele ki, daha büyük sorumluluk sahiplerinin hatasını-günahını örtbas edercesine alt seviyedeki sorumluların suçunu perde olarak kullanmaya yeltenmek, onlardan daha büyük bir günahı irtikâp etmek demektir.
*
Depremden sonraki ilk hafta boyunca yaptığımız bazı gözlem ve tesbitler, bize bu mevzuyu dile getirmeye sevk etti.
Görebildiğimiz üzücü tablo şudur: Başımıza gelen âfetten herkesin kendine yönelik bir ders çıkarmasını umuyorduk. Çarpık imar affını ranta çevirip bunu âlâ-yı vâlâ ile anlatanların, bu yaptıklarından dolayı hiç olmazsa utanmalarını, yüzlerinin kızarmasını beklerdik. Özetle, yaşanan büyük can-mal kaybına karşı en büyük sorumluluk sahibi olan kimselerin, yıllardır yattıkları gaflet uykusundan artık uyanmalarını, hatadan dönmelerini, yaptıklarından artık nedamet etmelerini beklerdik. Hiç olmazsa, “Rabbim ve milletim bizi affetsin” demelerini umardık. Ama yok. Ne yazık ki, bunların hiçbiri yok, yok, yok…
*
Evet, maalesef olması gerekenler yok; ama, hiç olmaması gereken söz ve davranışlar aynen berdevam görünüyor: Öfke dili, sert üslûp, baskıcı uygulamalar, başkasını suçlama alışkanlığı, kendini hâlâ pîr û pâk görme hastalığı, ayrımcı yaklaşımlar, partizanca davranışlar, vesaire…
Bu vahim durum karşısında, ne demek, ne yapmak lâzım gelir? Doğrusunu söylemek gerekirse bilemiyoruz. Söylenecek kelimeleri bulamıyoruz.
Sadece yüz yılın değil, şüphesiz yüz yılların felâketine rağmen hâlâ uyanamayan kimseleri bizim buradan dile getirdiğimiz ikazlı sözlerle uyandırmamız pek mümkün görünmüyor.
Düşünün ki, 1999 büyük Marmara Depremi için hiç tereddüt etmeden “İlâhî ikaz” tabirini kullananların dahi bir yarısı bugün suskun, yahut susmaya ve o tâbiri zinhâr kullanmamaya kendini mecbur hissediyor.
İşte, tam da bu yüzden “havf û recâ” arasında kalıyoruz. Yani, ümitli bir bekleyişle beraber, endişe verici yeni bazı gelişmelerin olması ihtimalini düşünmekten alamıyoruz kendimizi. Rabbim hayırlı bir gelişmenin kapılarını açtırsın.