Zaruret olduğunda, vatan savunmasını herkes yapar ve yapmalı.
Nitekim, bizdeki Millî Mücadele döneminde (1918-1922), hemen her dinden, her fikirden, her etnisiteden insan tarafını belli ederek vatanını savunma cihetine gitmiştir. Bunların arasında pekçok kimseye bir kahramanlık pâyesi olarak “İstiklâl Madalyası” verilmiştir.
Bu safhaya kadar kısmın yadırganacak, sorgulanıp yargılanacak bir tarafı yoktur.
Burada üzerinde durmak istediğimiz nokta, söz konusu Millî Mücadele zaferle neticelendikten sonraki tavır ve davranış biçimleridir.
Tarihin o safhasında baktığımızda, sadece bir tek şahsın bayraklaştırıldığını; buna mukabil, hayatı pahasına istiklâl mücadelesine giren sayısız şehit ve gazinin geri plâna itildiğini, bir kısmının güvenilmez, hatta tehlikeli kişiler olarak damgalanarak gelecek nesillere öğretilmeye çalışıldığını esefle görüyoruz.
Bu haksızlığı bilerek yapanlar olduğu gibi, bilmeyerek buna âlet olan gafiller de var. Hak-hukuk katilleri için sadece bir kişi önemli. Onun dışındaki kahramanlar umurlarında bile değil. Hatta, meselâ bir kıyâfet uğruna binlerce insanın asılması, kesilmesi, yahut türlü cezalara çarptırılmasını da umursamazlar. Her fenâlık gibi, buna da bir kılıf uydururlar veya tamamen uyduruk tevil ve yorumlarla mâsum insanların eza-cefa görmesini, hatta bazı katliâmları bile gerekli olarak görürler.
*
Burada bir misâl vermek gerekiyorsa, 22 Haziran 1919’da ilân edilen meşhûr “Amasya Tamimi” ve devamındaki zincirleme faaliyetler üzerinde durmak mümkün.
Bundan 100 küsur sene evvel Amasya’da hazırlanan ve çeşitli vasıtalarla umuma ilân edilen genelgenin mahiyeti özet olarak şöyledir: “Vatanın bütünlüğü ve milletin istikbâli tehlikededir. İstanbul hükümeti de, işgal kuvvetlerinin tesiri ve kontrolü altındadır. Bu durumda, milletin istiklâli, yine milletin azim ve kararı ile temin edilecektir. Bu maksada matuf olarak, evvelâ Erzurum’da, ardından Sivas’ta iki büyük kongre tertip edilecek ve bu kongrelere Müdafaa-i Hukuk-i Milliye Cemiyetlerinin tensip ettiği delegeler iştirak edecek. Kongreye kadar, askerî ve sivil kuruluşlar hiçbir suretle terk edilmeyecek ve başkasına verilmeyecek. Vatanın herhangi bir tarafına vaki olacak işgâl ve istilâ hareketlerine karşı, bütün ordularımızla mukabele edilecektir. Bu sebeple, silâh ve diğer harp malzemesi sûret-i katiyede başkasına teslim edilmeyecek ve elden çıkarılmayacak.”
Bu bildirinin altına imza koyan, ya da telgrafla haberdar edilerek iştirakleri sağlanan isimler ise şunlardır: 3. Ordu Müfettişi Mustafa Kemal. Eski Bahriye Nazırı ve Hamidiye Kahramanı Miralay Rauf (Orbay) Bey. 15. Kolordu (Şark Cephesi) Kumandanı Kâzım Karabekir. 3. Kolordu (Samsun) Kumandanı Miralay Refet (Bele) Paşa. 2. Ordu (Konya) Müfettişi Mersinli Cemal Paşa. 25. Kolordu (Garp Cephesi) ve Kuvâ-yı Milliyenin de ilk Kumandanı Ali Fuat (Cebesoy) Paşa. Edirne’de (Trakya) Kolordu Kumandanı Miralay Cafer Tayyar.
Evet, bütün bunlar “Amasya Genelgesi”ne imza atan veya orada bulunamadığı halde, muvafakatı alınarak söz konusu metni aynen tasdik eden belli başlı isimler. Aynı zamanda birer asker olan bu şahıslar, Millî Mücadele hareketinin lokomotifi olup, 1919 yılı Haziran’ından tâ II. Lozan görüşmelerinin bütün hararetiyle tartışıldığı 1923 Haziran’ına kadar nisbeten birlik-beraberlik görüntüsü içinde bulunmuşlardır. Ne var ki, bu tarihten sonra farklı bir tutum sergileyen jakoben bir ekip, yukarıda ismi zikredilen Mustafa Kemal dışındaki bütün İstiklâl Harbi gazilerini teker terek diskalifiye etmeye başladı. Onları siyasetin ve ülkeye hizmetin dışına itti. Adeta birer hain muamelesini görmeye başladılar. İşte, asıl sorgulanması gereken de budur. Bu sorgulama yapılmadan, resmî ve ideolojik tarihin anlattıkları inandırıcı olmaz, olamaz.