Beğenmediğimiz bir fikre, pekâlâ karşı gelebilir, hatta reddedebiliriz.
Aynı şekilde, hoşumuza gitmeyen bir davranış biçimine karşı gelebilir, reaksiyon gösterebilir, hatta nezâket çerçevesi içinde eleştiri hakkımızı da serbest şekilde kullanabiliriz.
Bu türden tenkit, mukabele, yahut reaksiyoner duruşlar, herkesin tabiî hakkı olduğu gibi, gayet doğru ve normal bir durum olarak karşılanmalı.
Ancak, bundan daha doğru ve daha önce gelen bir husus var; o da şudur: Her şeyden önce, kişinin bilhassa kendine ait belirgin doğruları ve kendi has oturaklı bir fikriyatının olması lâzım. Yani, reaksiyonerlikten önce, aksiyonerlik durumu...
Şayet, bir kimsenin kendi has veya kendi özünde, iç dünyasında benimseyip hazmettiği bir fikri, bir görüşü yoksa, yapıp ettiği, yazıp söylediği hemen her şey ister istemez “karşıtlık/reaksiyonerlik” çerçevesinde sıkışıp kalır. Bir adım öteye gitmeye kuvveti, mecâli olmaz. Üstelik, zamanla değerini, itibarını da kaybeder.
Demek ki, birinci plânda “karşıtlık üzerinden” gidilmez ve gitmemeli. Evvelâ, kendi doğrularını bilmeli, söylemeli, izah etmeli; ondan sonra, karşı olunan fikir hakkında serd-i kelâm etmeli.
Bu ölçüyü, hemen her meselede, her konuda tatbik etmek mümkün: Fikrî, siyasî, içtimaî, askerî, iktisadî, diplomasî, vs...
* * *
Sözü getirmek istediğimiz nokta şudur: Siyasete dair fikriyatımızı beğenmeyen, hatta şiddetle tenkid eden bazı okuyucularımız var: “Siz şunlara karşı olduğunuz için mi böyle yazıyorsunuz?” yahut “Siz neden şunlar-şunlarla aynı safta görünmeye çalışıyorsunuz?” tarzında, serzeniş yüklü eleştiriler alıyoruz.
Şunu samimiyetle ve kat’i bir içtenlikle ifade edelim ki, Nur Risâlelerindeki siyasî ve içtimaî düstûrları idrak etmeye başladığımız otuz-kırk yıldan bu yana, siyasî çizgimizde ve bakış açımızda hiçbir sapma olmadı, hiçbir kırılma yaşanmadı, hiçbir değişiklik vukû bulmadı.
Dolayısıyla, bir siyasî görüş veya harekete destek verdiğimizde nasıl kendi doğrularımı esas alıyorsak, karşı geldiğimiz fikir ve hareketler noktasındaki duruşumuzun temeli, esası aynıdır. Kezâ, “Evvelâ aksiyoner, sâniyen reaksiyoner” şeklinde özetlenebilecek usûl-yöntem takip metodu dahi aynıdır.
Bu bahsi, yaşanmış bir misâl ile toparlamaya çalışalım: II. Meşrûtiyet döneminde, Üstad Bediüzzaman’a soruyorlar “İttihatçılar’la müttefik idin; neden sonra ayrıldın?” diye. Verdikleri cevap şudur: Ben ayrılmadım. Onların bazıları ayrıldılar. Dalâlet yoluna saptılar. Enver Bey, Niyazi Bey gibi zâtlarla şimdi de dost ve müttefikim.
Bu ölçüden ders alan bizler de, kimsenin yanına gittiğimiz falan yok. Aynı şekilde, kimseye sırf “karşıtlık üzerinden” bakmıyor ve bakış açımızı da ona göre değiştirmiyor, ona göre eğip bükmüyoruz. Biz su çıkarmak için kuyu kazarken, başkası da gelip başka maksatla yardım ediyorsa, bu durum bizim o işten vazgeçmemizi icap ettirmez, vesselâm.
***
GÜNÜN TARİHİ: 29 Haziran 1913
II. Balkan Harbi ve Edirne

Osmanlı-İtalyan Harbi daha bir yılını doldurmuştu ki, Ekim 1912'de bu kez Balkanlar'da yeni bir cephe açıldı: Hepsi de krallıkla yönetilen Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ'ın teşkil ettiği Balkan Birliği, 8 Ekim 1912'de Osmanlı Devletine karşı "topyekûn savaş" ilân etti.
Ardından, asker-sivil dahil, Rumeli'deki Müslüman nüfusa yönelik dehşet verici bir katliâm başladı.
I. Balkan Savaşı’ndaki mağlûbiyetin bir uzantısı olarak kuşatma altına alınan Edirne, 1913 yılının 16 Mart’ında Bulgar kuvvetleri tarafından işgal edildi. Tam 155 gün süren kuşatmadan sonra şehre giren Bulgarlar, sivil halktan pekçok insanı katlettiler. Bu fecâat karşısında çaresiz ve ümitsiz kalan İttihatçı hükümet, Edirne’ye verdiği Bulgaristan'la ateşkes istedi.
Ne var ki, Balkanlar'daki çalkantı bitmedi. Bu coğrafya, 28 Haziran'da yeni bir çatışmaya sahne oldu. Bunun adı II. Balkan Harbi idi. Harekete geçen Enver Paşa kumandasındaki Osmanlı kuvvetleri, Batı'dan yeterli desteği alamayan Bulgarların üzerine gitti. Edirne, nihayet 22 Temmuz 1913'te kurtarıldı.