Kulluğunu ve Rabbinin huzurunda haddini had safhada bilen ve haddini bilmeyenlere Kur’ân’a ve Resûlullah’a (asm) dayanarak hadlerini bildiren Bediüzzaman der ki:
“Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez.”
Haddini bilmezler; hırslarına yenik düşerek, bazen nasıl bir sorumluluk altına girdiklerini bile fark edemezler. Bir makamın, bir vazifenin aradığı bilgi, kabiliyet, tecrübe ve birikime sahip olmadıkları halde vazifeye talip olabilirler.
Asıl kabiliyetli ve donanımlı insanlar ise tevazu ile arka planda kalmayı tercih ederler.
Kâmil bir zatın kâmil bir sözü şöyledir:
”Çeşm-i insaf gibi arife mizan olmaz..
Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz.”
(İnsaf ile âdilane bakan göz gibi terazi olmaz. Kişinin kendi kusurunu bilmesi kadar irfan olmaz.)
Hazreti Mevlâna da şöyle der:
“Ey insan, haddini bil!.
Ticaret ehli değilsen dükkân açma, hal ehli değilsen ağzını açma, büyüklerin olduğu mecliste ahkâm kesme, körler çarşısında ayna satma..
Ehil olamıyorsan bari edepli ol..”
Ve şöyle bir Hadis-i Kudsî de rivayet edilir:
“Ey insanoğlu, Ben sizin Rabbinizim; nefsini bilen Beni de bilir. Nefsini terk eden Beni bulur. Beni bilmek için nefsini terk et; Benim mârifetimle mâmur olmayan bir kalb kördür!”
Üstad Said Nursî, kendi zevkini ve hissini mihenk alanlara şöyle seslenir:
“Ey müteşekki! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun? Cüz’î hevesini Külliyat-ı kâinata mühendis mi yapıyorsun? Kokmuş olan zevkini nimetlerin derecelerine mikyas ve mizan mı yapıyorsun? Ne biliyorsun ki, zannettiğin nimet nikmet olmasın? Senin ne kıymetin var ki, sineğin kanadına müvazi (denk) olmayan hevesini tatmin ve teskin için felek çarklarıyla hareketten teskin edilsin?“
Bu hakikatin bir de hikâyesi var:
BİR PADİŞAH VE AKIL HOCASI
Padişah da olsa, onu deneme ve denetleme hakkı elbette ki akıl hocasına aittir. Hele bir de bu akıl hocası evliyadan bir zat olursa...
Günün birinde, akıl hocası, dilenci kılığına girip, çok hırslı olan sultanın karşısına çıkar. Elindeki kabı göstererek, şöyle sorar:
- Şanlı padişahım, sizin gücünüz bu kabı altınla doldurmaya yeter mi?
Padişah hiddetlenerek, kabın altınla doldurulmasını yaverine emreder.
Lâkin, mümkünü yok. Kabın altında sanki görünmez bir kuyu varmış gibi, dökülen altınlar, elmaslar ve her türlü mücevherat kaybolur ve kab hep bomboş görünür.
Padişah, bu gidişle hazinenin boşalacağını düşünerek, olayı durdurur ve hayretle bunun sırrını öğrenmek ister.
Dilenci kılığındaki akıl hocası, kendisini gizleyen kılığından sıyrılıp, işin sırrını şöyle açıklar:
“Bu kab” der, “insan hırsından yapılmıştır.“ Ve hiçbir şey onu dolduramaz. Hırsına mağlûp olan insan, ister senin gibi padişah olsun isterse de bir köylü… Kesesi hiç dolmayan dilenciye benzer. Dünyanın en güzel sarayları, dünyanın en güzel atları, dünyanın en büyük hazineleri onu doyurmaz. Hatta dünyayı da yutsa tok olmaz. Elinde kabıyla, dilenir durur.”
“Ey kanaatsiz, hırslı ve iktisatsız, israflı ve haksız, şekvalı, gafil insan! Kat‘iyen bil ki, kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasaretli bir küfrandır. (…) Eğer aklın varsa kanaate alış ve rızaya çalış…” (Bkz. Yirmi Dördüncü Mektup)