Vefatının üzerinden 29 sene geçmiş dile kolay, daha dün gibi sanki... Hayat ve ömür ne kadar sür’atli akıp gidiyor?
Hz. Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin Risale-i Nur’da ifade ettiği gibi “Eyvah! Aldandık, şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet şu güzerân-ı hayat bir uykudur, bir rüya gibi geçti.. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider...”
Bekir Berk Ağabeyi daha çocukluğumda tanımıştım. Soğuk bir kış günü hava kararırken köydeki evimize, yanında Bayram Yüksel Ağabey ve bir iki arkadaşıyla gelip bize büyük bir radyo hediye getirmişlerdi. O yıllarda herkeste radyo yoktu, komşularımız peşi sıra radyo programlarını özellikle de “Arkası Yarın” adlı piyes ve temsil programlarını dinlemeye geldiklerini hatırlıyorum.
Karabük’te merhum Süleyman Aslan’ın mahkemesi için gelmiş, madem öyle gelmişken bir de Sungur Abinin köyüne gidelim, hanımı ve çocuklarını teselli edelim niyetiyle gelmişler... Zira babam o sırada 163. madde mağduru olarak Ankara Ulucanlar Cezaevi’ndeydi. Bekir Abi ve Bayram Ağabeydeki şu vefa ve inceliğe bakar mısınız? Bayram Ağabey de o yıllarda menfi nazarların hışmına uğramamak için bir süreliğine Karabük’te Camcı Şevki Amcanın dükkânında kalıyordu.
Fakat o gece köyde kalmayıp, ertesi günkü mahkemeye yetişmek için gece vakti yola çıktılar. Kar kalınlığı takriben bir metre kadar vardı. Zaten Karabük’ten kiraladıkları bir Jeeple gelmişlerdi. Dönüşte Jeep yolda kara saplanmış ve yakınlarındaki Eflani-Safranbolu arasında Soğuksu mevkiinde bulunan kahvehanede sabahlamışlar ve gündüz gözüyle yola çıkıp Karabük’e mahkemeye yetiştiklerini sonradan duyduk.
Evet! Bekir Berk demek vefalı dost demek!
Bekir Berk demek cesaret demek!
Bekir Berk demek hakperest insan demek!
Bekir Berk demek hakkı haykıran adam demek!
Bilâhare Bekir Berk demek mazlumun sesi demek!
Bekir Ağabeyi o yıllarda (60’lı yıllar) babamın da muhakeme olduğu Karabük’te görülen bir başka dâvâdan hatırlıyorum. Savcının babama sorduğu alâkasız bir suale karşı Bekir Abinin bir şahin edasıyla yerinden fırlayıp “Sayın Savcı, müvekkilim Mustafa Sungur’a böyle bir sual soramaz, zira Anayasa’nın 19. maddesi mûcibince Türkiye’de hiç kimse vicdanî kanaatlerinden dolayı mes’ul tutulamaz” deyişini, başkan ve üyelerin de teyidiyle savcının hemen yerine oturduğunu hatırlıyorum.
Türkiye’nin muhtelif yerlerinde binlerce dâvâ ve mahkemeye girip beraat kararı alan Risale-i Nur dâvâlarının unutulmaz avukatı Bekir Berk, bu dâvâların kısmen azaldığı ve başka avukatların da bu dâvâlara bakmaya başladığı 1970’li yılların ortalarına doğru umre ve hac için gittiği Suudi Arabistan’da oradaki dostlarının da ısrarıyla bu ülkede kalmaya karar verir.
Ve merhum Kral Faysal’ın emriyle kurulan Cidde Radyosu Türkçe Yayın Bölümü’nde çalışmaya başlar. Buradaki çalışması 1989 yılında İstanbul’a dönünceye kadar devam eder. Aynı bölümde 1982-1986 yılları arasında benim de beraber çalışma fırsatım oldu. O zaman radyoda Bekir Berk, Hamiddin Aşan, Cihad Hafız Reşat ve Kemal Hoca birlikteydik ve ilk defa Nur Risaleleri radyo lisanıyla Cidde Radyosu’ndan yayınlanmıştır. Cidde radyosunda, Türkçe bölümü dışında, on iki on üç dilde yayın yapan başka bölümler de vardı. Bu radyonun Genel Müdürü o yıllarda aslen Türk asıllı ve Türk dostu olan Hüseyin el-Askerî idi. Dedesinin Osmanlı ordusunda zabit (subay) olarak Hicaz’da kaldığını ve Askerî soyadının da dedesinden geldiğini nakletmişti. Bilmiyorum, şu an hayatta mı yoksa vefat mı etti? Şayet yaşıyorsa kulakları çınlasın! Ahirete göçtü ise Allah rahmet eylesin!
Bekir Berk merhum, Cidde’de bulunduğu dönemde kendi oradaydı, ama kalbi ve kafası hep Türkiye’de idi. Türkiye’deki gelişmeleri günbegün merak eder, şimdiki gibi TV yayını çok gelişmediği için genellikle radyo haberlerinden, bir de o yıllarda haftada sadece iki gün gelen Türkçe gazetelerden takip ederdi. Zira o yıllarda İstanbul’dan Cidde’ye sırf Pazartesi ve Perşembe günleri uçak seferleri yapılırdı. Türkçe gazeteler de üçer günlük ve 4’er günlük toplu gelirdi.
O yıllarda üniversiteler ve okullarda başörtüsü meselesi ikide bir gündem oluyordu. Bekir Berk çeşitli mahfillerde bu sorunu başbakan Özal’ın muhakkak halletmesi gerektiğini ifade ederdi. Bu arada o dönem, Cidde’deki Türk varlığıyla ilgili biraz bilgi verecek olursam. Cidde Üniversitesi’nde çalışan 40-50 kadar akademisyen hocalar, İslâm Kalkınma Bankası’nda görev yapan uzmanlar ki içlerinde Prof. Nevzat Yalçıntaş, Prof. Sabahattin Zaim, Korkut Özal ve Abdullah Gül gibi meşhur isimler, İslâm Konferansı Teşkilâtı’nda vazifeli arkadaşlar ve Cidde radyosunda çalışan bizler ve diğer Cidde’deki bir kısım Türkler zaman zaman bir araya gelir ve vatan hasreti giderirdik.
Kendisi geniş bir interlanda sahip, her kesimden Arabistan’a gelen bir çok dost ve seveni ile bir araya gelir, onlara Cidde’yi gezdirir ve Türk lokantalarına götürerek izzet-i ikramda bulunurdu.
Unutamadığı dostlarından biri de rahmetli Muammer Topbaş’dı. Muammer Abi hayatının son senelerinde sık sık umreye gelirdi. Bekir Abi bizzat kendisini Cidde Havaalanı’nda karşılar ve Mekke-i Mükerreme’ye götürürdü. Bir defasında ben de kendilerine eşlik ederek birlikte Mekke’ye gidip umre yapmıştık. Akşam namazında Harem-i Şerif’e vardık akşam ve yatsı namazlarını kılıp umre menasikini (tavaf ve sa’yi) birlikte eda ettik. Sabah namazına daha bir kaç saat var. Sabah namazını da kılıp öyle Cidde’ye dönelim dedik ve Haremin dışına çıktık. O yıllarda Harem-i Şerif’in etrafında Yemenlilerin işlettiği çayhaneler vardı. Çayhanenin birinde hem dinlenelim hem de çay içelim diye oturduk. Rahmetli Muammer Abi sigara tiryakisiydi. Baktım Bekir Abi kibriti aldı sigarasını yakıyor. Ve Muammer Abiye fevkal me’mül bir hürmet ve muhabbet gösteriyordu. Kendisine sordum, niye böyle diye? “Kardeşim benim Muammer Abiye minnet borcum vardır. Hiç kimsenin olmadığı bir dönemde o bana sahip çıkmış, İstanbul’da Avukatlık için yazıhanemi kiralayıp tefriş etmiş ve beni İstanbul’a çağırmıştır. Bu iyiliklerini asla unutamam” diye cevap vermişti.
Sonra anlattı: Ben hukuk fakültesini bitirdikten sonra Balıkesir’e gittim. Orada avukatlık yapmak istiyordum. Bir gün Muammer Abiden telefon geldi. Baktım beni İstanbul’a dâvet ediyor. Ağabey dedim, İstanbul büyük okyanus, beni yutar orası, sonra benim maddî durumum İstanbul’da avukatlık yapmaya müsait değil dedim. Muammer Abi buna karşılık ‘Bekir Bey kardeşim! Sen o tarafını düşünme. Senin vazifen mazlumları müdafaa etmek” diye karşılık verdi.
Bu arada Muammer Abi söze girerek “Bak Bekir Bey! Nerede bir Müslümanın başı sıkışır, derde girerse sen de dâvâsını üstlenmezsen iki elim iki yakandadır, bunu böyle bil” demişimdir.
Çünkü Bekir Beyin hukuk fakültesindeki ta öğrencilik yıllarından ve Milliyetçiler Derneği’ndeki faaliyetlerinden ne kadar cevval, gayyur bir mücadele adamı olduğunu biliyorduk diye anlatmıştı.
Bekir Berk yaptığı hizmetler ve Nur Risaleleri’yle alâkalı dâvâların müdafiliği hususunda nefsine bir pay biçmemek adına tahdis-i nimet kabilinden “Kardeşim Rabbim bizi bu işlerde istihdam etti” diye söylerdi.
Çok zarif ve kibar insanlardı, tam bir İstanbul beyefendisi denir ya... İstanbul beyefendileriydi.
Her ikisine de Rabbimden rahmetler dilerken, makamlarının âli, mekânlarının Cennet olmasını Cenab-ı Erhamürrahiminden niyaz ediyorum.
Ruhları şâd olsun.