Dilimizi muhafaza konusunda hassas olmak takdire şâyandır. “Kámus, namustur.” denmiş.
Lâkin din ve dil konusu, bizde herkesin ahkâm kestiği bir alandır maalesef. İhtisasa pek riâyet yok; herkes kendisini yeterince mütehassıs kabul ediyor.
Kardeşimizin de mütehassıs sandığı kişilerce yayımlanan (bana gönderdiği) listede uydurukça olarak gösterilen “dizi” kelimesi eski Türkçe “tizig” kelimesinden gelmekte olup saf Türkçedir. Sondaki “k” sesi, pek çok Türkçe kelimede olduğu gibi zamanla düşmüş, baştaki t de yumuşamıştır; o kadar. İtiraz edilen“dizi” sözü ne kök, ne ek ve ne de mânâ açısından pürüz taşımaz.
Dil zaten uydurma işidir. Yeter ki kök, ek Türkçe olsun ve de yeni kelimeye verilen anlam münasip düşsün. Karşı çıkılması gereken husus, usulünce türetilen bu yeni kelimelerin baş tacı edilip eskiden beri kullanageldiğimiz Türkçeleşmiş seleflerine savaş açılmasıdır. Bu tavır, dili fakirleştirir. Yoksa bir yazıda, mısra kelimesini kullandıktan sonra müteakip cümlede dizeyi istimalin, kanaatimce hiçbir mahzuru yoktur.
Hatta ezber bozayım: Bazı ifadelerde mısra yerine dize kullanmak daha da uygun düşebilir. Edebiyat terimi olan mısra, “beytin yarısı” anlamınadır. Şiir beyitlerden (ikiliklerden) müteşekkil olmasa bile zamanla şiirin her bir satırına “mısra” denmiştir.
“Müselles, rubâi, murabbâ, muhammes, şarkı” gibi bir Divan Edebiyatı nazım şekli söz konusuysa yâni şiir, “gazel, mesnevi” gibi beyitlerden müteşekkil değilse bile, “beytin yarısı” manasındaki “mısra” lafzının, “anlam genişlemesi” şeklinde mezkür nazım şekillerinin her bir satırı için de kullanılması yaygınlaşmıştır.
Halk Edebiyatında hece vezniyle yazılan “semâi, koşma, türkü…” yahut serbest nazım formundaki günümüz şiirlerinden biri söz konusuysa bu manzumelerin herhangi bir satırını ifade için “dize” –kanaatimce- daha da uygun gibidir. Çünkü dizede “beytin yarısı” gibi bir anlam yükü yoktur. Bir başka nazım biriminin (beytin) yarısını değil, sadece kendini yani şiirin her bir satırını ifade eder.
Ne eki, ne kökü Türkçe olmadığı halde sâir dillerden aldığımız ve zamanla fethettiğimiz, halkın lisanına yerleşen kelimeleri Türkçemize dâhil etmek zorunda kalıyorsak, bir asra yakın direnebilmiş, ses yapısı itibariyle de halkımızın bir tasarruf cihetine bile gitmediği, seslerine hiç dokunmadan aynen kullandığı türetilmiş yeni kelimelere dokunmamak gerekir, diye düşünüyorum. “Dize” işte böyle bir kelimedir.
Dize, tespit edebildiğim kadarıyla ilk defa 1948 yılında kullanılmış. 77 yıllık bir geçmişi var. 77 yıl içinde binlerce ve binlerce kelime piyasaya sürülmüş fakat devletçe dayatılmamışsa (kanun, tüzük , müessese ismi gibi) sevimsiz ve dilimizin yapısına aykırı olan kelimeler silinip gitmiştir.
Dilimizde fiilden isim türeten –e eki pek işlek değilse de mevcuttur: Yar-a, oy-a, öt-e, düş-e kalk-a, ortaklaş-a gibi sözlere, zamanla diz-e, sür-e gibi kelimeler de eklenmiştir.
İlk kez kaç yılında kullanıldığını bilemiyorsam da, “süre” kelimesinin dahi en az 90 yıllık bir mazisi var. (Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu, 1935)
Tekraren ifade edelim ki Devlet resmen müdahale edip bir müessese ismi yapmamış, kanunlarda, tüzüklerde resmen kullanıp dayatmamış yani o türedi kelimeyi sürekli kuvözde tutarak hayatiyetini sun’î olarak sürdürme gayretinde olmamış ise, yeni türetilmiş ve halk tarafından da kullanılıp yerleşmiş kelimelere karşı müsamaha göstermek lazımdır.
Burada dikkat edilmesi gereken husus –bunu bilhassa ifade etmek istiyorum- yeni türetilen kelimeyi baş tacı edip eskisini “tu kaka” diyerek dilden dışlama cihetine gitmemektir. Bu tutum dili kısırlaştırır.
“Müddet, temâdî, imtidat, mühlet, mehil, vâde, zaman, vakit” sözlerini atıp hepsinin yerine her zaman ve sadece “süre” kullanımı, dile kazandırmaz, kaybettirir. –Sonu yarın–