Başlıktaki kelimeleri yakın zamanda rahmet-i Rahmana kavuşan S. Süreyya Önder‘in vefatıyla gazetemizde tekrar yayınlanan mülâkatından aldık. (1)
Mülâkatında: “Bediüzzamansız bir Nurculuk teşvik edildi” diyen merhum, bunu “Daha angaje yapılara yol verilmesi, daha uysal yapıların teşvik edilmesi, ıslâh edilmesi” olarak yorumluyor ve ekliyor: ”Nurcu geçinenler arasında Bediüzzaman’ın esamesi okunmuyor. Yeni Asya ekolü dışında buna sahip çıkan yok.” Önder devam ediyor: “Dinamiği olan, işin lokomotifi olan, ruhu olan şeyleri ayıklamakla başladılar. Egemenlerin en başarılı işleri budur. Tehdit ve tehlike arz ettiğini düşündükleri her şeyi ya imha ettiler ya da buna muktedir değillerse içini boşalttılar.” “Bediüzzamansız Nurculuk demiştik. Açalım biraz?” sorusuna ise şöyle cevap veriyor: “Statükoya çekilmiştir. Üstadın belki tiksinme listesi yapılsa, başta yer alacaklardan birisi statükodur.”
Yeni Asya camiasının dışında, ömrü sosyalist çevreler içinde geçen fakat Nurlardan hissedar ve Yeni Asya’ya hiç bir borcu olmayan bir mütefekkirin gözlem ve görüşleri bunlar.
Peki Yeni Asya, bu gözlem ve görüşlere nasıl sebep oldu, Üstadın “tiksindiği statüko”ya niçin boyun eğmedi? Hangi yollardan nasıl geçti ki, Yeni Asya’nın müstakim çizgisi, insaflı fakat bîtaraf bir fikir insanınca nasıl teslim edildi de, içtimaî hayatta sadece “Yeni Asya’nın esamesi” okunuyor?
Yeni Asya, neşir tarihi boyunca Üstadın hayat ve eserlerine uygun bir şekilde hiç bir zaman “angaje, uysal, ıslâh edilmiş” olmamıştır ve “Bediüzzamansız Nurculuk” yani Üstadın hayat ve mücadelesinden kopuk bir anlayışa hiç bir zaman savrulmamıştır. Peki kime “angaje ve uysal” olmamıştır; elbette ki “statükoya”. Üstadın “Divan-ı Harb-i Örfî”de zalimlerin suratına çarptığı hakikat ve tavrı, Yeni Asya da 1980 Darbesi, 28 Şubat 1997, Ergenekon ve 15 Temmuz sürecinde aynı şekilde zalimlerin yüzüne haykırmış, kendisini “imha” ile tehdit edenlere karşı, “iğdiş” olmaya razı olmayarak; “Dinamiğini, ruhunu” kaybetmemiş. Bediüzzaman’ın hayatını, eserlerinden ayırıp, eserlerinden pek çok hayatî noktayı karanlıkta bırakmak anlamına gelen, “Bediüzzamansız Nurculuk” tuzağına düşmemiştir.
Nice vartalı dönemeçte bunları yapamayanlar, yapanlardan çok daha fazla iken Yeni Asya’nın bunu yapabilmesindeki temel saik ise; Üstadın hayatını, içtimaî anlayışını canlı bir şekilde Zübeyir Ağabey, Kutlular Ağabey ve onun yetişmesinde büyük pay sahibi olduğu kadrolarıyla tevarüs edip, hafızasını koruyarak, bu “dinamik ve ruhu olan” anlayışı, hak ve hüda üzerine müesses meşveret heyetleriyle takyid etmesiyle olmuştur.
İşte Üstadın “dinamik ve ruhu olan” bu anlayışı, aklımızı ve haysiyetimizi çok kritik bir kavrama karşı muhafaza ediyor: Statüko. Lügat manasının ötesinde, yerleşik ve değişmesi birilerince istenmeyen hegemonik düzen ya da buna yakın anlamlar kastedilir. Bu ise aşağı yukarı bizim kavram dünyamızdaki “istibdad”a denk düşer.
“Statüko-istibdad”ın çok vartaya yol açmasının sebebi ise ilk bakışta tenakuz gibi gelse de, değişim kabiliyetinde yatar. Ayrıntıları, vitrini, toplumsal uzantıları, sloganları, yüzleri hatta zaman zaman taze kan nev’inden arasına aldığı ya da alır gibi yaptığı elitlerin ait olduğu toplumsal kesimler değişse de; güç merkezi, gerçek gücü paylaşmama arzusu, bu milleti mümkünse hem madden, hem de manen, olmuyorsa maddî rüşvetler verip sadece manen güdük bırakma arzusu hiç değişmez, işte “istibdad” bu yüzden “statükodur”.
Sultan Abdülhamid’in “hafif istibdat”ına karşı çıkıp “Hürriyet” diyenlerin bir kısmının şiddetli istibdada, onların da iyice bozuk kısmının, hem de “Cumhuriyet” adı altında “mutlak istibdad”a yol açmaları; Cumhuriyet tarihin ilk serbest seçiminde iktidara gelen Demokrat Parti’yi hürriyet ve anayasayı çiğneyerek devirenlerin, 27 Mayısı “Hürriyet ve Anayasa bayramı” ilan etmesi; 27 Mayıs Anayasasıyla önü açılan Marksist örgütlerin sebep olduğu çalkantıları bahane edip, 1971’de Süleyman Demirel’e muhtıra verenlerin, Adalet Partisinin önünü kesecek İslâmî bir parti kurmak üzere, yurt dışına kaçan kimi dindar siyasetçilere teminat vererek ülkeye getirmesi; yine yetki ve görev kendilerine verilmesine rağmen, 27 Mayıs Anayasasının önünü açtığı “anarşi”ye mani olmayıp bahane ederek Süleyman Demirel’e darbe yapanların, 1982 Anayasasını getirmeleri ve bunu yaparken de dinî bir takım söylemlerle dindar bazı kesimleri yanlarına çekmesi, iğdiş olmaya razı olan grupların önü açılırken razı olmayan Yeni Asya’yı imha etmeye çalışmaları hep aynı hikâyenin sürmesidir.
Takip edersek, 80 Darbesiyle önünü kendileri açmamış gibi, 28 Şubatta kimi dinî figürler üzerinde aslında onları daha da büyüten tantanalı tazyikler yapıp, başörtüsü krizlerine yol açarak yeni bir dinî görünümlü partinin de önünü açmaları ve sanki hapse kendileri atmamış gibi kimi siyasetçilerin kurduğu mezkur yeni partiye 28 Şubatçı Çevik Bir’in akıl hocası olup, Kenan Evren’in bu yeni partiye cevaz vermesi; bu yeni partinin, Kenan Evren ve şürekası tarafından semirtilen dinî figürlerle ittifak ederek, Kenan Evren ve Çevik Bir gibi isimlere göstermelik davalar açması; 1982 Anayasasını yapanlarca önü açılan dinî görünümlü siyasî ve dinî aktörlerin 82 Anayasasıyla hesaplaşma adı altında bir takım rötuşlara giderek kendilerine alan açmaya çalışmaları ve ardından, tüm bu hikâye boyunca boğuşup duran aktörlerin, bu defa 15 Temmuz sürecinde, yıllar boyunca kendileri tarafından gösterilen siyasî himaye ile yapılan bir takım hatalar bahane edilerek, eski ortaklarını bu hatalarda tek suçlu olarak görüp siyasî olarak sorumlu olanlara hiç hesap sormadan ve o ortağı seven ya da sevmeyen, ama bu süreçte suçlamalara konu olarak lanse edilen insanların üzerlerine gitmesi; meş’um sürecin tam olarak ne olduğunu ortaya çıkaracak bir takım tedbirlerde hükümetin karartmalara gitmesi; 15 Temmuz üzerindeki bütün sis perdesine rağmen bize hep aynı hikâyenin devamı gibi geliyor.
İşte Yeni Asya, tüm bu hikâye boyunca “statüko-istibdad”ın kriterlerini esas almadığı için, “vur” dediğinde vurmadığı, “dur” dediğinde durmadığı, “hain” dediğine “hain”, “dost” dediğine “dost” demediği, kendine ister “meşrutiyet, cumhuriyet, hürriyet, anayasa, İslâm” adını taksın, isterse dinî bir kadroyla vitrin kursun aldanıp, Sırrı Süreyya Önder'in deyimiyle “dinamiğini, ruhunu” kaybetmediği, “statüko”ya göre “angaje, uysal ve ıslah” olmadığı için Risale-i Nurları Bediüzzamansız bırakmamış ve lütf-u İlahiyle tüm bu hikaye boyunca savrulmalardan kurtulmuştur.
Yazageldiğimiz tüm bu serüven Bediüzzaman Said Nursi’nin tek bir ifadesinde tebellür ve tebarüz ediyor: “Fakat meşru hakikî Meşrutiyetin müsemmasına ahd ü peyman ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, Meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın, rast gelsem sille vuracağım.”
Üstad, istabdada, statükoya ne libası giyerse giysin sillesini vurduğu gibi, Yeni Asya da bugüne kadar bunu yapmış bundan sonra da kıyamete kadar bunu yapacak, her ne libasta olursa olsun “istibdad-statüko”ya “angaje ve uysal” olmayacaktır. Merhum Sırrı Süreyya Önder’in Yeni Asya’ya dair yaptığı tesbitleri, Allah rızası için doğrulamaya devam etmek bizim elimizde.
Dipnot:
1- https://www.yeniasya.com.tr/roportaj/her-darbe-demokrasiyi-zayiflatti_609231