Burada Üstad Bediüzzaman Said Nursi hazretlerine bir kaç noktada müracaat anlamlı olacaktır.
Evvela, “Âlim-i mürşid koyun olmalı, kuş olmamalı. Koyun kuzusuna süt, kuş yavrusuna kay verir.” Yani tahsil edilen bilgi, hazmedilmeli, bilgiler arası sağlıklı ve sağlam bir irtibat kurulmalı, muhatabın seviyesine, asıl murad ve ihtiyacına uygun, nihayetinde “süt” gibi besleyici bir hâle getirildikten sonra aktarılmalı ki bunu yapan insan muhatabı için "ilâç" olabilsin; yoksa kişinin tahsil ettiği bilgi manzumesi, karmaşası karşısında dumura uğrayacağı bir şekilde muhatabın üzerine “kay” gibi boca edilmemeli ki muhatap, muvazenesiz, makam ve mana örgüsünü kendi kuramayacağı bir yığın altında boğulmasın, sonu belirsiz yollarda kaybolmasın, ta ki hatip de muhatap için bir nevi "kurt" olmasın.
Daha sonra ise, "Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim; kelimelerden maksat, ‘mana-yı harfî, mana-yı ismî, niyet, nazar’dır."
Kâinatta bakışta müracaat edilen bu dört kavrama göre kâinatın mahiyeti değiştiği gibi, Kur'ân'a, hadise, Risale-i Nurlara ve tarihî-sosyal hadiselere bakarken de müracaat edilebilecek bu dört kavrama göre saydığımız unsurların dahi mahiyeti değişebiliyor. Hz. Ali (ra) Kur'ân'a dayanarak adaletle hükmederken, Hâricî de Kur'ân'a dayanarak(!) Hz. Ali'ye kast ediyor, aynı Kur’ân’a dayanan(!) Bektaşî ise namazdan uzak duruyor. Kur'ân aynı olduğuna göre aynı noktaya yaslanan bu üç insanı farklı yapan şey işte o dört kelimedir. Bir metne-metnin cüzüne, tüm insanlık ya da bir topluluğa-ferde ve tarihe tek bir olaya bakarken, onu etrafıyla, sebepleriyle, bağlantı hâlinde olduğu bütün-süreklilik içinde mi (mana-i harfî) ele alıyoruz, yoksa tüm irtibatlarından mücerret mi (mana-i ismî) ele alıyoruz? Metne-tarihe bakış açımız (nazar) ne, niyetimiz ne, tamir mi, insaf mı, emr-i İlâhîye uyup rıza-i İlâhîye gayret mi, murad-ı İlâhînin ne olduğunu, neyde olduğunu taharri mi yoksa tahrip mi, garaz-kin mi, şahsî menfaat ve şöhret temini mi, nefsin arzularına kılıf mı? İşte bu dört kelimeye göre kitab-ı kâinatın ve cüzlerinin mahiyeti değiştiği gibi Kur’ân’ın ve Risale-i Nurların ve cüzlerinin dahi mahiyeti nazarlarda değişmekte, saydığımız metinlere, tarihe, topluma, insana bu kelimeler mizanında muhatap olan şahsın dahi mahiyeti değişmekte zira, tahsil ettiği hissesi değişmekte ve hissesine göre kimi insan, insana "ilâç", panzehir olmaktayken kimi insan dinî-dünyevî tahsili ne olursa olsun, insana "kurt" olmakta.
Kendisini zulmeden Taiflilerin helâkını istemeyen Resulullah (asm), "Hayır, ben böyle bir şey istemem. İstediğim tek şey, Hak Teâlâ'nın bu müşriklerin sülbünden, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibadet edecek bir nesil ortaya çıkarmasıdır." derken dağlar gibi iman ve şefkatine yaslanıyor. Hâdiseye bakış açısı kendi çektiği sıkıntılar değil, ıslâha muhtaç insanların varlığı, niyeti ise Allah'a iman eden nesilerin kurtulması ve Taiflilere, hadiseye bakarken mana-i ismî ile mücerret olarak bakmıyor, mevcut Taiflilere ve hadiseye gelecek nesilleriyle bir silsile içinde mana-i harfî ile bir bütün olarak bakıyor, mevcut Taiflileri ileride güzel cüzleri de gelecek bir bütünün parçası, bir cümlenin kelimesi ve bir kelimenin harfleri olarak görüyor.
Evet, bugün muhatap olduğumuz insan-toplum-topluluk ya da olay-süreç-tarih her ne olursa olsun bunlara nasıl bakıyoruz, bu bakış açımızla temas ettiğimiz ya da bakış açımıza şahit olan insanlar için hakikat noktasında şifa mı oluyoruz, "kurt" mu, bizi öldürmeye gelen Ömerler bile Faruk mu oluyor, cehil mi kalıyor?