İşte hubb-u câha meftun ve şöhretperestliğe müptelâ adam (ikinci adam), hadsiz bir cemaatin nazarında esfel-i sâfilîne düşer, ehemmiyetsiz ve müstehzi ve hezeyancı bazı serserilerin nazarında muvakkat ve menhus bir mevki kazanır, ‘Allah’a karşı gelmekten sakınanlar dışında, o gün dostlar birbirine düşmandır.’ (Zuhruf Sûresi: 67.) sırrına göre dünyada zarar, berzahta azap, ahirette düşman bazı yalancı dostları bulur.
“Birinci suretteki adam, faraza hubb-u câhı kalbinden çıkarmazsa, fakat ihlâs ve rıza-yı İlâhîyi esas tutmak ve hubb-u câhı hedef ittihaz etmemek şartıyla, bir nevi meşru makam-ı manevî, hem muhteşem bir makam kazanır ki, o hubb-u câh damarını tamamıyla tatmin eder. Bu adam, az, hem pek az ve ehemmiyetsiz bir şey kaybeder; ona mukabil çok, hem pek çok kıymettar, zararsız şeyleri bulur. Belki birkaç yılanı kendinden kaçırır. Ona bedel, çok mübarek mahlûkları arkadaş bulur, onlarla ünsiyet eder. Veya ısırıcı yabanî eşek arılarını kaçırıp, mübarek rahmet şerbetçileri olan arıları kendine celb eder. Onların ellerinden bal yer gibi, öyle dostlar bulur ki, daima dualarıyla âb-ı kevser gibi feyizler, âlem-i İslâmın etrafından onun ruhuna içirilir ve defter-i a’mâline geçirilir.”
M. Kemal Paşa itiraz ile içindeki niyet ve hâlet-i ruhiyesini ifadeyle Bediüzzaman’ı kendine çekmek ve nüfuzundan istifade etmek ister. Ve Bediüzzaman’a mebusluk, hem Dârü’l-Hikmetteki eski vazifesi, hem Şarkta Şeyh Sünûsî’nin yerine vaiz-i umûmî, hem bir köşk tahsisi gibi teklifler yapar.
Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve Hürriyet’ten evvel İstanbul’da tevilini söylediği hadislerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine, gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan hizbü’l-Kur’ân hakkında,
“O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset cânibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılıç hükmünde i’câz-ı Kur’ân’ın nurlarıyla mukabele edilebilir” tavsiyesine müraatla, Ankara’da teşrik-i mesai edemeyeceği için, kendisine tevdi edilmek istenen mebusluk, Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye gibi Diyanetteki âzâlığı, hem Vilâyat-ı Şarkiye Vaiz-i Umûmîliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara’dan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da arzularına uyamayacağını bildirerek, Ankara’dan ayrılır, Van’a gider.
Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkta idame-i hayat etmeye başlar.
Tarihçe-i Hayat, s. 159-161
LÛGATÇE:
Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye: 1918-1922 yılları arasında Şeyhülislâmlığa bağlı olarak faaliyet gösteren, Bediüzzaman Said Nursî’nin de görev yaptığı İslâm Akademisi hüviyetinde ilmî bir kuruluş.
esfel-i sâfilîn: Aşağıların en aşağısı, Cehennemin en aşağı tabakası.
eşhâs-ı âhirzaman: Âhirzamanda geleceği haber verilen şahıslar.
hubb-u câh: Makam sevgisi, rütbe ve mevki sevgisi ve bunlara karşı gösterilen aşırı hırs.
hizbü’l-Kur’ân: Kur’ân ehli, Kur’ân’a tâbi olan cemaat.
i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizeliği, yüksek ve erişilmez ifadesi.
ünsiyet: Alışkanlık, ülfet, dostluk.
Vilâyat-ı Şarkiye: Şark vilâyetleri, doğu illeri.