Üçüncü Kelime
“Lâ şerike lehû.” Şu kelimeyi, Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfı gayet kuvvetli ve şaşaalı bir surette ispat ettiğinden ona havale ederiz. Onun fevkinde beyan olamaz, ondan daha ileri beyana lüzum yok ve izah edilmez.
Dördüncü Kelime
“Lehü’l-mülkü.” Yani ferşten Arş’a, serâdan Süreyya’ya, zerrattan seyyarata, ezelden ebede kadar her bir mevcud, semavat ve arz, dünya ve ahiret, her şey Onun mülküdür. Malikiyet mertebe-i uzması, tevhid-i a’zam suretinde Onundur. Şu mertebe-i uzma-i malikiyet ve makam-ı a’zam-ı tevhidin bir hüccet-i kübrası, latif bir zamanda ve latif bir hatırada, Arabî ibaresinde, şu âcizin hatırına ilkà edildi. O latif hatıranın hatırı için, aynı ibare-i Arabiyeyi kaydedip, sonra mealini yazacağız. [...]
Birinci Fıkra: “Zâke’l-âleme’l-kebîr... (ilâ âhir)” Yani şu kâinat denilen âlem-i ekber ve insan denilen onun misal-i musağğarı olan âlem-i asgar, kudret ve kader kalemiyle yazılan âfâkî ve enfüsî vahdaniyet delâilini gösteriyorlar.
Evet, kâinattaki sanat-ı muntazamanın, küçük bir mikyasta, numunesi insanda vardır. O daire-i kübradaki sanat Sâni-i Vahid’e şehadet ettiği gibi şu insanda olan küçük mikyastaki hurdebinî sanat dahi yine o Sânia işaret eder, vahdetini gösterir.
Hem nasıl ki şu insan gayet manidar bir mektub-u Rabbânîdir, muntazam bir kaside-i kaderdir; öyle de şu kâinat dahi aynı o kalem-i kaderle fakat büyük bir mikyasta yazılmış muntazam bir kaside-i kaderdir.
Hiç mümkün müdür ki hadsiz alâmet-i farika ile bütün insanlara bakan şu insan yüzündeki sikke-i vahdete ve bütün mevcudatı omuz omuza, el ele, baş başa veren kâinat üstündeki hatem-i vahdaniyete, Vahid-i Ehad’den başka bir şeyin müdahalesi bulunsun?
İkinci Fıkra: “İbdâuhû lizâke... (ilâ âhir)” Meali şudur:
Sâni-i Hakîm, âlem-i ekberi öyle bedî bir surette halk edip âyât-ı kibriyasını üstünde nakşetmiş ki kâinatı bir mescid-i kebîr şekline döndürmüş. Ve insanı dahi öyle bir tarzda icad edip, ona akıl vererek, onunla o mu’cizat-ı sanatına ve o bedî kudretine karşı secde-i hayret ettirerek, ona âyât-ı kibriyayı okutturup, kemerbeste-i ubudiyet ettirerek, o mescid-i kebîrde bir abd-i sâcid fıtratında yaratmıştır. Hiç mümkün müdür ki şu mescid-i kebîrin içindeki sâcidlerin, âbidlerin ma’bud-u hakikîleri, o Sâni-i Vahid-i Ehad’den başkası olabilsin?
Mektubat, 20. Mektub, YAN-2024, s. 274
LÛGATÇE:
âlem-i asgar: en küçük âlem.
âlem-i ekber: en büyük âlem.
Arş: göğün en yüksek katı, âlem tasavvurunda en yüksek nokta
delâil: deliller.
ferş: yeryüzü.
hatem-i vahdaniyet: Allah’ın bir ve benzersiz olduğunu gösteren mühür.
hurdebinî: gözle görülmeyecek kadar küçük, mikroskobik.
hüccet-i kübra: en büyük hüccet, delil.
kaside-i kader: İlâhî takdir ve ölçülerle yaratılan, yaratıcısını öven, bir kaside gibi olan varlık.
mertebe-i uzma-i malikiyet: Cenab-ı Hakkın her şeye sahip olmasının en büyük mertebesi.
misal-i musağğar: küçültülmüş örnek.
Sâni-i Vahid: bir olan ve her şeyi sanatla yaratan Allah.
serâ: yer.
seyyarat: gezegenler.
Süreyya: Ülker (Pervin) yıldızı.
tevhid-i a’zam: en büyük tevhid hakikati.
vahdaniyet: Allah’ın birliği.
Vahid-i Ehad: bir olan ve birliği her bir şeyde tecelli eden, görünen Allah.
zerrat: zerreler, atomlar.