Sen bir vecihle kendi vücuduna delâlet ediyorsun. Amma Hâlık’ın vücuduna bütün mevcudat, bütün zerratıyla delâlet ediyor.
İ’lem Eyyühe’l-Aziz!
İnsanı gaflete düşürtmekle Allah’a ubudiyetine mâni olan, cüz’î nazarını cüz’î şeylere hasretmektir.
Evet, cüz’îyat içerisine düşüp, cüz’îlere hasr-ı nazar eden, o cüz’î şeylerin esbabdan sudûruna ihtimal verebilir; ama başını kaldırıp nev’e ve umuma baktığı zaman, edna bir cüz’înin en büyük bir sebepten sudûruna cevaz veremez. Meselâ, cüz’î rızkını bazı esbaba isnad edebilir. Fakat menşe-i rızık olan arzın, kış mevsiminde kupkuru kıraç olduğuna, bahar mevsiminde rızık ile dolu olduğuna baktığı vakit, arzı ihya etmekle bütün zevi’l-hayatın rızıklarını veren Allah’tan maada kendi rızkını verecek bir şey bulunmadığına kanaati hâsıl olur.
Ve keza, evindeki küçük bir ışığı veya kalbinde bulunan küçük bir nuru bazı esbaba isnad edebilirsin. Amma o ışığın, şemsin ziyasıyla, o nurun da Menbaü’l-Envar’ın nuruyla muttasıl olduğuna vâkıf olduğun zaman anlarsın ki, kalıbını ışıklandıran, kalbini tenvir eden, ancak leyl ve neharı birbirine kalbeden Fâtır-ı Hakîm’dir.
Ve keza, senin vücudunun zuhur ve vuzuhça Hâlık’ın vücuduna nisbeti, Hâlık’ın vücuduna delâlet edenlerin nisbeti gibidir. Çünkü sen bir vecihle kendi vücuduna delâlet ediyorsun. Amma Hâlık’ın vücuduna bütün mevcudat, bütün zerratıyla delâlet ediyor. Öyle ise O’nun vücudu senin vücudundan âlemin zerratı adedince zuhur dereceleri vardır.
Ve keza, seni nefsini sevmeye sevk eden esbab, “(1) Bütün lezzetlerin mahzeni nefistir. (2) vücudun merkezi ve menfaatin madeni nefistir, (3) insana en karîb (yakın) nefistir” diyorsun.
Pekâlâ. Fakat o fânî lezzetlere mukabil, lezaiz-i bâkiyeyi veren Hâlık’ı daha ziyade ubudiyetle sevmek lâzım değil midir? Nefis, vücuda merkez olduğundan, muhabbete lâyık ise o vücudu icad eden ve o vücudun kayyumu olan Hâlık, daha fazla muhabbete, ubudiyete müstahak olmaz mı? Nefsin maden-i menfaat ve en yakın olduğu, sebeb-i muhabbet olursa, bütün hayırlar, rızıklar elinde bulunan ve o nefsi yaratan Nâfi’, Bâkî ve daha karîb olan, daha ziyade muhabbete lâyık değil midir?
Binaenaleyh, bütün mevcudata inkısam eden muhabbetleri cem’ ve muhabbetin ile beraber Mahbub-u hakikî olan Fâtır-ı Hakîm’e ihda etmek lâzımdır.
Mesnevî-i Nuriye, Onuncu Risale, s. 233
LÛGATÇE:
arz: Yeryüzü, dünya.
cem’: Toplama.
delâlet etmek: İşaret etmek.
esbab: Sebepler.
Fâtır-ı Hakîm: Her şeyi bir maksada uygun ve hikmetle benzersiz bir şekilde yaratan Allah.
Hâlık: Yaratıcı; Allah.
ihda etmek: Hediye etmek, hediye vermek.
inkısam etmek: Bölünmek, parçalanmak.
kalbetmek: Bir halden diğer bir hâle geçirmek, dönüştürmek, değiştirmek.
karîb: Yakın.
leyl: Gece.
lezaiz-i bâkiye: Bâkî, ebedî ve daimî olan lezzetler, zevkler.
maada: Başka, gayrı.
Mahbub-u Hakikî: Hakikî sevgili; Cenab-ı Allah.
Menbaü’l-Envar: Bütün nurların asıl kaynağı olan Allah.
menşe-i rızık: Rızkın menşei, kaynağı.
mevcudat: Varlıklar.
muttasıl: Bitişik.
Nâfi’: Bütün faydaları yaratan ve sonsuz faydaların mutlak sahibi olan Allah.
nehar: Gündüz.
sudûr: Sâdır olma, meydana çıkma, olma.
şems: Güneş.
ubudiyet: Kulluk.
zerrat: Zerreler.
zevi’l-hayat: Hayat sahipleri, canlılar.
ziya: Işık.