"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Bugünkü sıkıntıların bir sebebi de 12 Mart

12 Mart 2014, Çarşamba
12 Mart’ın içyüzü ile alâkalı olarak Yeni Asya’ya konuşan eski bakanlardan Ahmet Esat Kıratlıoğlu, “Bugünkü oynak zeminin sebebi, 12 Mart ihtilâlidir. Politik kayganlığın temelinde 12 Mart muhtırası var” dedi.
Eski bakanlardan Ahmet Esat Kıratlıoğlu, 12 Mart’ın içyüzünü Yeni Asya’ya anlattı:

12 Mart bir ihtilâldi

KIRATLIOĞLU: “Bugünkü oynak zeminin sebebi, 12 Mart ihtilâlidir.
Politik kayganlığın temelinde 12 Mart muhtırası var”
 
12 Mart Muhtırasının 43. yıl dönümündeyiz. 12 Mart’a mâruz kalan Adalet Partisi’nin bir mensubu ve bakanlık yapmış duâyen bir siyasetçi olarak 12 Mart öncesi Türkiye’sini değerlendirir misiniz?
 
12 Mart 1971’den önce Adalet Partisi iktidarının gerek ekonomik, gerekse politik durumunu değerlendirmek gerekir. 12 Mart’tan önce Adalet Partisi politikalarında ihtilâli dâvet edecek herhangi bir durum yoktu. Ekonomi ve politik hava gayet iyiydi.
Türkiye bir kalkınma içindeydi. Kalkınma, 1923-1938 arası yüzde 7.3’tür. 38’den 50’ye kadar İkinci Dünya Harbinin sıkıntılarının devam ettiği dönem olduğu için onu nazarı dikkatte almıyoruz. Demokrat Parti’nin 1950 ile 1960 arasındaki kalkınma/ büyüme hızı yine sabit fiyatlarla 6.4’tür. Ve Adalet Partisi’nin iktidara geldiği 1965 ile 12 Mart Muhtırası ile devrildiği 1971 yılları arasındaki kalkınma/ büyüme hızı, yüzde 5.9’dur. Buna mukabil, Özal’ın 1983-91 arasındaki kalkınma hızı 4.9; AKP’nin 2002 – 2012 arasındaki kalkınma hızı ise 4.87’dir.
Demek Adalet Partisi iktidarının ekonomik olarak kalkınma/ büyüme hızı Türkiye genelinde en parlak bir dönemde. Ve yine ekonomik durumu itibarıyla, 12 Mart ihtilâlinin olduğu yıl Türkiye OECD ülkeleri arasında Japonya’dan sonra en fazla ve en hızlı kalkınan ülke. Zira enflasyon yüzde 5, banka faizi yüzde 5.5.
Türkiye, 12 Mart ihtilâlinden sonra bu seviyeyi yakalayamadı ve halen de yakalamış değil.
Özetle Türkiye’nin 12 Mart’tan öncesi ekonomik durumu, Türkiye’nin en parlak dönemlerinden biridir. Politik bakımdan da, sosyal açıdan da bir sıkıntı yoktu.
İşte Türkiye ekonomik ve politik olarak en parlak dönemlerini yaşamakta iken, birdenbire 12 Mart 1971 ihtilâli oldu. Yani 12 Mart ihtilâline hiçbir sebep yoktur…
 

 Daha önce bir röportajımızda yine eski bakanlardan Nahit Menteşe, 12 Mart günü Bakanlar Kurulu’nda muhtıranın saatlerce müzâkere edildiğini; Demirel’in uzun süre diretip, tehdit ve şantajı, hükûmetin istifasını asla kabul etmediğini, ancak hükûmet istifa etmediği takdirde TSK’nın Parlamentoya el koyacağı açık dayatmasına karşı, bakanların “Hiç olmazsa Meclis’i açık tutup mücadelemizi orada devam ettirelim” rica ve önerilerine uymak durumunda kaldığını anlatmıştı. 12 Mart’ta neler oldu?


Ben o zaman Adalet Partisi milletvekili ve Genel İdare Kurulu üyesi idim. O gün İmar ve İskân Bakanı Hayrettin Nakipoğlu’nun odasındaydım. Hiç haberimiz yok bir şeyden; Bakan’dan ajansı (öğlen radyo haberlerini) açmasını istedim.
Radyoda, “12 Mart Muhtırası/ bildirisi” okunuyordu. Komuta kademesi, “devletin gidişatından memnun olmadıklarını, hükûmetin derhal istifa etmesi lâzım geldiğini, yeni bir tarafsız hükûmetin kurulması gerektiğini ve eğer tarafsız bir başbakanın başkanlığında yeni bir hükûmet kurulmazsa, ordunun idâreye el koyacağını” bildiriyordu. Bana göre 12 Mart’ın esas noktası; “ordunun yönetime el koyması” tehdididir. Bunun için ihtilâl diyorum.
Bunun üzerine Başbakan Demirel bir beyânat verdi, “Bu doğrudan doğruya Anayasa’ya ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin varlığına, hukuk devletine darbedir. Bunu tasvip etmemiz mümkün değildir” dedi. Ve ardından Bakanlar Kurulu toplandı, uzun müzâkereler sonucu Başbakan istifa etti.
Hatırlanacağı üzere peşinden muhtıracılar/ darbeciler tarafından CHP yönetiminin önde gelen isimlerinden bakanlık yapmış, İnönü’ye yakın olarak bilinen Nihat Erim partisinden istifa ettirildi. Güya “bağımsız” oldu ve başkanlığında ilk “12 Mart hükûmeti” kuruldu. O sırada Ecevit, CHP Genel Sekreteri idi. Parti içinde geçinemediği en büyük rakibinin istifa ettirilip hükûmet kurdurulmasına alındı. Bunu partinin içinde kendisine karşı bir “darbe” olarak nitelendirdi. “Bu muhtıra bana karşı verildi” tepkisi bundandı.
12 Mart öncesinde Anayasanın değiştirilmesi durumu mevzubahisti. Adalet Partisi olarak, daha demokratik bir yönetime kavuşabilmek için ihtilâl şartlarında hazırlanan 1961 Anayasası’nın demokrasiyi ve hürriyetleri kapsayacak tarzda değiştirilmesi lâzım geldiğini savunuyorduk. Nihat Erim ise, hukuk profesörü olarak basın toplantısı yapıp, “Bu anayasanın değiştirilmesi doğru değil, bu memleket bu anayasa ile gül gibi idâre edilebilir. Bu anayasanın demokratik ve hürriyet kapsamı içerisinde hiçbir yanlışlığı ve eksikliği yoktur” diye beyânat verdi.
Ve gariptir; 12 Mart’tan on beş gün sonra Türkiye radyolarından—o zaman televizyon yok tabiî—Erim’in sesinden bütün Türkiye şu cümleleri duyuyordu: “Ben her ne kadar bundan bir-bir buçuk ay evvel bu anayasa ile Türkiye gül gibi idare edilebilir, değiştirilmesine lüzum yoktur’ demiş isem de, işin içine girip yönetime geldikten sonra gördüm ki, bu anayasa ile bu memleketin idâre edilmesi mümkün değildir.” Ve Erim hükûmeti zamanında anayasanın üçte biri değişti... 

 Siz 12 Mart’a ihtilâl diyorsunuz. Bu nitelendirmenizin sebebi nedir?

12 Mart açık bir ihtilâldir. İhtilâl hükûmetin devrilmesi demektir. Buna Fransızlar “coup d etat” derler; yani halk irâdesi olmadan idarenin el değiştirmesi, devletin alaşağı edilmesi. Hükûmeti zorla devirdiğine göre, 12 Mart açık bir ihtilâldir.
Burada 12 Mart’ın mahiyetini iyi anlayabilmek için bizzat yaşadığım bir olayı anlatayım. Ertesi gün (13 Mart’ta) bazı arkadaşlar Demirel’in evine gittik. O arada Demirel’in koruması Hayri Bey içeri girdi, “O adam geldi” dedi.
Bunun üzerine Demirel “Bana birkaç dakika müsaade edin” dedi ve karşıdaki küçük odaya geçti, on dakika sonra geldi. “Nedir efendim?” dedik. Demirel, sivil kıyafetle gelenin—şimdi ismini hatırlayamadığım—bir tümgeneral olduğunu ve kendisine, “48 saat içerisinde Türkiye’yi terk edeceksiniz. Hangi ülkeye giderseniz orada sizin hayat şartlarınız garanti altına alınacaktır. Hem koruma ve güvenlik bakımından hem de geçim şartları bakımından” tehdidinde bulunduğunu aktardı.
“Peki, efendim siz ne cevap verdiniz?” diye sorduk. “Ben vatan haini değilim. Benim ayağım bu memlekete çakılı, hiçbir yere gitmiyorum’ dedim ve ayağa kalkıp ‘Buyurun!’ deyip kapıyı gösterdim kendisine” karşılığını verdiğini aktardı…
 
 

Bütün bunlara karşı hükûmet neden alaşağı edildi? 12 Mart’a nasıl gelindi, neden oldu, içyüzü neydi? Darbenin temel faktörü ne idi?
12 Mart öncesi Türkiye ekonomi bakımından en üstün zamanını yaşıyordu. Demokratik yönetim itibarıyla politik bakımdan hiçbir sıkıntı yoktu. Üstelik ihtilâlin değiştirmeye çalıştığı Anayasayı daha önce değiştirerek ülkeye daha hürriyetçi bir havayı getirmeyi hedeflemiştik.
Peki, niye ihtilâl oldu? Biraz daha geriye gideceğim; 27 Mayıs ihtilâli niye oldu? Bu ihtilâlleri birbirine bağlamadıkça bir ihtilâlin anatomisini çıkaramayız. Açıklanması mümkün değil…
1958 yılının sonuna doğru 1959’un başlarında merhum Menderes Amerika Birleşik Devletleri’ne gitti ve 200 milyon dolar borç istedi; rahmetli Menderes’in hedefi, bu 200 milyon dolarla Türkiye’nin sanayileşmesini sağlamaktı. Ancak Amerikalılar, “Siz bir tarım ülkesisiniz, tarımla gelişin; bu şartlar altında sanayiyi geliştiremezsiniz!” cevabıyla borcu vermediler.
Bunun üzerine rahmetli Menderes bu kez Almanya’ya gitti. Yanında da Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu vardı. Uzun yıllar Ekonomi Bakanı olan ve sonra Almanya Başbakanı olan Profesör Ludwig Erhard’tı. Ren nehrinde çok büyük bir iltifatla Menderes’e gayet güzel bir tur tertipdiler. Menderes bu kez Almanya’dan para istedi. Erhard, Menderes’e, “Sayın Başbakan siz bir tarım ülkesisiniz, tarım ülkesi olmaya devam edin” der. Zorlu’nun hatıratında okudum, Menderes bunun üzerine elini masaya vurur ve “Kalk Fatin!” deyip kalkarlar. Erhad’ın elini sıkmadan gemiyi terk ederler.
Türkiye’ye dönen Menderes, bir müddet durum değerlendirmesi yapar. 1960 yılının Temmuz’unda Rusya’ya gidip bu desteği isteyecekti. İşte o arada ihtilâl oldu. Yani Menderes’i Rusya’ya göndermediler.
12 Mart’ta biz Adalet Partisi hükûmeti olarak Türkiye’deki o zamanki sanayi tesislerinin aşağı-yukarı tamamına yakınını Rusya desteğiyle yaptık. Seydişehir Alüminyum Tesisi, İskenderun Demir Çelik Tesisleri, İzmir Aliağa Rafinesi, Kuzey Anadolu’daki bakır tesisleri ve demir perde gerisi olan Romanya kredisiyle yapılan Kırıkkale Rafinesi bunlardan…
Rusya ile fevkalâde içli dışlı olmamız ABD’yi tedirgin etti ve 12 Mart ihtilâli oldu. Bunun içindir ki, 12 Mart ihtilâlinin temelinde yatan faktörün 27 Mayıs ihtilâlinin temelinde yatan faktörden hiçbir farkı yok…
 
12 Mart darbesi sonrasında neler oldu? Türkiye ekonomide, demokraside, nasıl bir süreç yaşadı?

12 Mart’tan sonra “bağımsız” Başbakan olarak atanıp teknokrat hükûmeti kuran Nihat Erim, ekonomiyi Adalet Partisi iktidarının dönemi itibarıyla berbat etti. Sıkıntılar başladı. Darbeden üç-beş ay sonra petrol sıkıntısı baş gösterdi. Ardından da Amerika’dan bir takım bakanları getirdiler; Atilla Karaos-manoğlu vardı. 12 Mart’ın Adalet Bakanı İsmail Arar, “Demirel bir daha başbakan olabilir mi?” sorusuna “Güldürmeyin beni!” karşılığını vermişti.
Bir süre geçtikten sonra Karaosmanoğlu ile aralarında ihtilâf çıkınca ayrıldılar, Erim istifa etti. Devamında Ferit Melen, akabinde Merkez Bankası Başkanı Naim Talu hükûmeti kuruldu. Böylece, 12 Mart sonrası, 1971 Mart ile 1973 Eylül ayı seçimine kadar üç senelik dönem içerisinde üç başbakan değişti.
1973 seçimlerine giderken ekonomi o kadar berbat bir duruma girdi ki, petrol fiyatları aldı yürüdü. Ne gaz, ne tuz, ne bez, hiçbir şey bulunmaz hale geldi. Yani 12 Mart ihtilâlinden önce o güllük gülistanlık en güzel durumu yaşayan ülke, petrol sıkıntısı içerisine girdi.

Yani yoklukların, kuyrukların Adalet Partisi’ne fatura edilmesi doğru değil…


Hayır, hayır; bütün onlar darbenin eseri. Çünkü 1973 seçimine kadar ihtilâl hükûmetleri var. Bizim de bakanlarımız var içinde,  ama başarıya ulaşacak olan hükûmettir. Her bakanın onda hissesi olur. Bütün bakanlıklar berbat olunca, meselâ Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nuri Bayar gibi bir bakanın başarılı olması mümkün değil…
O zaman köyleri dolaşıyorum, köylü şikâyetçi. Köylünün gömleği olan kaput bezi bile karaborsaya düştü. Halk kaput bezini bulamıyor ve gömlek alamıyor. İşte bu hava ile Adalet Partisi’nin sanki bakanları da bunun içerisinde, buna sebep olmuş gibi çarpıtılıp fatura edildi. Ve bu arada Türkiye’nin başına büyük bir komplo kuruldu…

12 Mart’ta sanki bir hükûmet değişikliği olmuş gibi hafife alınıyor. Türkiye’ye kurulan “büyük komplo” nedir?


12 Mart’ta Türkiye büyük bir komplonun içerisine girdi. 1971, 12 Mart muhtırasıyla beraber merhum Necmettin Erbakan, bir kişilik milletvekiliyle (bağımsız seçilip) Millî Nizam Partisi’ni kurdu. Ondan sonra Süleyman Arif Emre, 1972’li yıllarda Millî Selâmet Partisi’ni kurdu. Peşinden MNP Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı.
12 Mart’tan hemen sonra Erbakan İsviçre’ye gitti. Altı ay gelmedi ve her ay Meclis’e bir hastaneden “hasta” diye rapor gönderiyordu. Çünkü o zaman Meclis’e üst üste bir ay devam edilmediği takdirde milletvekilliği düşerdi. 12 Mart muhtırasına imza atan kuvvet komutanlarından Muhsin Batur, Erbakan’a haber gönderdi, “Türkiye’ye gel, partinin başına geç” diye. Türkiye’ye geldi, MSP’nin başına geçti.
Oysa, o günkü anayasada sarih olarak, “bir parti Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılırsa, o partinin yöneticileri beş yıl müddetle yeni bir parti kuramazlar ve başka bir partinin de yöneticisi olamazlar” açık hükmü yer alıyordu. Anayasa Mahkemesi tarafından Erbakan’ın partisi kapatılmış olmasına rağmen, ordu Erbakan’ı yeni kurulmuş MSP’nin başına geçirdi ve siyasî faaliyete başlattı.
Buna karşı biz Meclis’in kürsüsüne çıktık. “Nedir bu iş; siz ‘anayasa çiğnendi’ diye 27 Mayıs’ta bir başbakan ve iki bakan astınız. İhtilâl yaptınız, Meclis’i kapattınız. Demokrat Parti milletvekillerini sürüm sürüm süründürünüz. Şimdi burada anayasanın açık hükmüne rağmen anayasanın çiğnenmesini sağlıyorsunuz” diye Meclis kürsüsünden bağırdık. Taştan ses geldi, kimseden ses gelmedi…
Ve 1973 genel seçimlerine Adalet Partisi yüzde 29’a düştü. İçimizden çıkan Demokratik Parti ve Erbakan aşağı yukarı 40-45 civarında milletvekili çıkardılar.
Komplo, Adalet Partisi’ni parçalamaktı. Ülkenin koalisyonlarla idâre edilmesi isteniyordu. Onlara göre tek parti idaresi memleketi iyiye götürmüyordu. Hikâye buydu. Nitekim 1973’te Erbakanla Ecevit koalisyon hükûmeti kurdular. Ecevit beyânat verdi; “Şimdiye kadar dinî sıfatı hâiz partilerle işbirliği yapmamamız tarihî yanılgıydı” diye. Tesbit şu ki, sırf Adalet Partisi’ni bölüp parçalamak için Erbakan’ı İsviçre’den getirdiler.
Şimdi bugün politik düzensizliğin ve kayganlığın temelinde yatan 12 Mart 1971 muhtırasıdır. Ve ordunun o sırada Adalet Partisi’ni parçalamak için oynadığı roldür.
Bugün şu yaşadığımız hadiselerin temelinde 12 Mart yatmaktadır. Ordunun Adalet Partisi’ni parçalaması ve o güzel ekonomik ve politik durumu yerle bir etmesi. Ardından Kahramanmaraş, Çorum hadiseleri. 12 Eylül’ü hazırlayan gençlik hareketlerinin olması. Hepsinin temelinde yatan tertip yatar.
Mâlûm 27 Mayıs ihtilâlini yapan Cemal Gürsel ölünce, yerine Cevdet Sunay geldi. Cevdet Sunay’ın süresi uzatılmak istendi. Milletvekilinin birisi oylamaya yetişemedi, olmadı. Sonra yine bu ihtilâl hükûmeti döneminde gelen Korutürk dönemi 1980 Mart’ında bitti ve ihtilâlle devam etti. MSP-MNP koalisyonunu da devam ettiremediler. Adalet Parti ile diğerleri (sağ partiler) “milliyetçi cephe hükûmetleri”ni kurdular…
Kısacası, bugünkü oynak zeminin temeli tamamen 12 Mart 1971 ihtilâlidir…
 

27 Mayıs kanlı darbede ve 12 Eylül ihtilâlinde de hükûmet devrildi. Bir mukayese yapmak gerekirse, 12 Mart’ın diğer darbelerden farkı ne idi?

12 Mart 1971 ile 27 Mayıs 1960’ı mukayese edersek ikisi de ihtilâldir. Bu kanlı da olur, kansız da olur. Fakat 12 Mart kanlı olmamıştır. Meclis kapanmamıştır; bunu sağlayan da Demirel’in “ordu idareye el koyacaktır” bildirisine karşı istifasıdır.
Aslında Demirel, diretti; Bakanlar Kurulu, Genel İdâre Kurulu toplandı, istişâreler yapıldı, ne yapılacağı konuşuldu. Darbeciler diyor ki, “Hükûmet istifa etmezse, ihtilâl yapacağım, el koyacağım.” Bu bile bile ladestir.
12 Mart’tan yirmi gün-bir ay sonra Sayın Demirel’in evindeyiz. Bir Amerikalı gazeteci geldi, kendisiyle mülâkat yaptı. Demirel’e “Ordunun bu hareketine karşı niye direnmediniz?” diye sordu. Demirel o Amerikalı gazeteciye mukabil bir soru sordu; “ABD’de ordu yönetime el koymaya karar verirse ne olur, ne yaparsınız?” Amerikalı gazeteci, “Efendim olmaz böyle bir şey, Amerika’da ordu niye yönetime el koysun!” tepkisini verdi. Demirel, “Yani “yönetime el koymaya karar verse ne olur, bu ne kadar sürer?” diye soruda diretince, gazeteci “Amerikan ordusu yönetime el koymaz, ama el koymaya karar verirse üç beş dakikanın içinde el koyar” karşılığını verdi. Bunu üzerine Demirel, “Sen Türk ordusunu Habeş ordusu mu zannettin?” cevabını verdi.
Kısacası, 12 Mart’ın diğer ihtilâllerden farkı Meclis’in açık kalmasıydı. Bunu sağlayan da, askerlerin “Eğer istifa etmezseniz ordu yönetime el koyacaktır” ültimatomuna karşı Başbakan’ın istifasıydı.  O zaman kurulan hükûmete Adalet Partisi’nden de bakanlar alındı. Biz Adalet Partisi’nden bakan alınsın diye istifa etmiş değiliz. Adalet Partisi’nden bakan alınmasını mecburî tuttular.
Eğer istifa etmeseydi o günkü hükûmet içeri sokulacaktı ve Meclis de kapatılacaktı. 12 Mart’ın 27 Mayıs’tan, 12 Eylül’den hiç farkı olmayacaktı, Meclis’i kapatacaklardı. Sonrasında ise ne olacağı, şartların neyi getireceği bilinmiyordu.
Zira “muhtıra”da diyor ki, “Ordu idâreye el koyacaktır.” Ordu idâreye el koyarsa Meclis yaşar mı? Ve ordunun idâreye el koymasına bir tedbiri yok. Aksine dirensen, mesele Meclis’i kapatma durumuna götürülür ve ihtilâlin kanlı yapılmasına sebebiyet verilir.
Şimdiki durumla bunu mukayese ediyorlar. Bugüne gelinceye kadar ihtilâller olmuş, her ihtilâl hareketinde halk ihtilâl lehinde sokağa dökülmüş, ihtilâli alkışlamış. İhtilâllerin çâre olmadığına vatandaş son on beş sene içerisinde karar verdi. Her ihtilâl olduğunda gördük ki, ekonomi kötü duruma giriyor. Eskiye ulaşmak için bir müddet geçiyor, durum düzeliyor, fakat yine ihtilâl oluyor, durum yine kötüleşiyor. Demokratik hak ve hürriyetler de geriye gidiliyor.
Artık halk da artık bilinçlendi. 27 Mayıs’ı yakaladı, 12 Mart’ı yakaladı, 12 Eylül’ü yakaladı. 28 Şubat’ı yakaladı. Ve dedi ki, “Bu iş orduyla olmuyor, yaptıkları iş yanlış” diyerek, halk ordunun bu hareketini tasvip etmez, tasdik etmez hale geldi. Yani o günün şartları ile bugünün şartlarının mukayesesi mümkün değil…

 
Cevher İlhan
 






 
Okunma Sayısı: 6026
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Turgay Namdar

    12.3.2014 11:54:00

    Siyasi tarihimizi yaşayan şahitlerin ağzından kayda almanız çok isabetli. Tebrik ediyorum. Bu işi daha çok kişilerle görüşerek daha kapsamlı bir kitap haline getirirseniz çok makbule geçer. Buna çok ihtiyaç var. Çünkü toplumu yanılttılar. İnsanlar %100 doğru bildiğini zannettiği konularda aslında bir çok değerli siyasetçimizi haksız yere suçladığının, zulmettiğinin, ve manevi mesuliyete girdiğinin farkında bile değil. Herkesin demokratları savunacağı günlerde bunları yapmak işe yaramaz. Esas olan tek kişi de olsanız Hakkın ve haklının yanında yer almak. TEBRİKLER Cevher bey.

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı