“Ben müzik sanatının peşinde olduğum için sesleri ifade eden notaların ardındaki derinliği yakalamaya çalışıyorum. Her şeyde olduğu gibi bu manada da bizim kılavuzumuz yüce Yaradan’dır.”
KANUN VİRTÜÖZÜ VE BESTEKÂR Göksel Baktagir: Sanat, insana sabrı öğretir
Göksel Baktagir’i musıkî ile yakından ilgili olmayan kişiler belki bilmiyorlardır, lâkin icra ettiğiniz tınılar birçok gönle ulaşıyor. Biz Göksel Hocamızı biraz kendi lisanından dinlesek ve kendisinin sanat hayatına dair bilgiler alsak?
Trakya’nın güzel illerinden biri olan Kırklareli’nde doğmuşum ben. Rumeli kökenli oluşumuzun güzel renkleri ile harmanlandık. En büyük şansım ise ailemizde müzik yaşantısının sevgili babam Muzaffer Baktagir ile başlamış olmasıdır. Üç çocuklu bir ailenin son üyesiyim ve çocukluk dönemimizde evimizin her odasında bir Türk müziği enstrümanı vardı. Babam da kendi çapında birçok müzik enstrümanını icra ederdi. Aslında tek bir enstrümanda karar kılmış olsa idi kesinlikle virtüöz olmuştu. Kulaklarımız, musıkî aşkını birçok enstrümana dağıtmış olan babamızın açtığı ve bizim için yeşillendirdiği o alanda, Türk Müziği enstrümanları ve onlara dair makamsal müzikle işlenmiş oldu. Babamız bu yöndeki yeteneğimizi keşfedince, bizim de ilgi alanımız o doğrultuda olunca küçük yaşlardan bu yana musıkî ile harmanlanmaya gayret göstererek günümüze ulaştık.
Sizi gerçekten kanuna bu denli bağlayan şey neydi?
Ben çocuk iken Sivas’lı bir hoca Kırklareli’ne gelip yerleşti ve ticarî olarak bir yer açtı. Babam hemen oradan cura bağlamanın bir büyüğünü aldı ve bana hediye etti. Ben bağlamaya o kadar ısındım ki gözüm başka hiçbir enstrümanı görmez oldu. Bu yüzden “kanuna bağlayan” dediğinizde, ben biraz tebessümle yaklaşıyorum. Çünkü ben o aşılanma dönemine rahmetli babamın hediye ettiği bağlama ile girmiştim. Odamızın her köşesinde musıkî enstrümanları vardı, ama babam da beni sürekli tatlı bir şekilde kanuna yönlendirmeye çalışıyordu. Fakat ben on dört yaşlarımda elektro bağlamalara varıncaya kadar bağlama yaptırmıştım. Daha sonraları kısa bir hastalık dönemi geçirdim ve zannediyorum ki babam bilinçli bir şekilde bağlama ihtiyacı olan bir yakınımıza benim bağlamamı hediye etmiş. Zira kendisine sorduğum vakit, bana tebessüm ile karşılık vermişti.
En nihayetinde ben bağlamasız kalmıştım ve müzikte o aşı tuttuğu zaman siz yerinizde pek fazla duramıyorsunuz. Mutlaka bir şeyler yapmam lâzımdı ve ortada da sadece kanun vardı. Babam da sürekli; “Haydi oğlum, kanuna başla!” diye beni yönlendirirdi. İlk altı dersimi sevgili babam Muzaffer Baktagir’den aldım. Artık o günden sonra kanunla öyle bir bağ kurdum ki başka hiçbir enstrümana heves etmedim. Ve kanunla olan müzik yolculuğumuz içsel olarak bir bütünleşme süreci ile on dört yaşlarımızdan bu ana kadar gelmiş oldu. Onu asla bir yama gibi yahut bir yabancı gibi hissetmedim.
Aslında ne kadar çok isteseniz de enstrümana fizikî olarak da yatkın olmanız gerekir. Şöyle ki doğuştan sol elinizin serçe parmağında bir problem varsa ud çalmayı ne kadar isteseniz de ileride o serçe parmağa ihtiyaç duyacağınız için o enstrümanı seçemezsiniz. İşte biz de bir şekilde o büyülü enstrümanın büyüsünü, sihrini, tılsımını çözmeye gayret ediyoruz.
Sanat hayatınızda sizi zorlayan şeyler oldu mu?
Sanat çok enteresan bir olgu ve müzik sanatından bahsedecek olursak eğer, müzik bir estetik değerler bütünüdür benim değerlendirmeme göre. Aslında kendi iç dünyanızdaki birikiminizi o estetik yapıyla ve kalbinizle de örtüştürdüğünüz zaman müzik sanatı ortaya çıkmış oluyor. İnce bir alanın ve rafine olmuş güzelliklerin peşinde olan insanlar müzik sanatından bahsedebilir yahut o yola girebilir. Zira sesleri ifade eden notalardan ibaret bir şey değildir sanat. Oldukça incelikli bir alan olduğu için aslında iğneyle kuyu kazmak misali ciddî anlamda sabır gerektiren bir süreçtir. Bir de konu enstrüman olunca eskilerin temrin dediği o etüt hallerini o kadar fazla yapmalısınız ki bu bile başlı başına zorlu bir süreçtir aslında. Bir insan ömrü gibidir aslında enstrüman. Bir bebeğin çocukluğunu, gençliğini, olgunluğunu, yaşlılığını düşünecek olursak bir enstrüman da icracısıyla bebeklik dönemlerini geçiriyor, gençleşiyor, olgunlaşıyor ve duru sesleri çıkartmaya başladığı bilgelik haline erişmesi ise uzun yıllarını alıyor.
Lâkin herkes bu zorlu yola talip olamıyor ve enstrüman kişi için bir hobi aracı olarak kalmaktan öteye geçemiyor. Biz bu alanı, her türlü zorluklarını da göğüsleyerek hobinin ötesine taşımaya gayret gösterdik, halen de göstermeye devam ediyoruz. Elbette ki birçok zorlukları oluyor. Hani Hz. Mevlânâ’nın dediği gibi; “İnci dibe vurur, çer çöp de kıyıya.” Dolayısıyla o okyanusun derinliklerindeki inciye talip olduğumuz için o alan bizi hem cezbediyor, hem de sorumluluğumuzu da arttırıyor. Ve biz her daim derinlerdeki inciyi arıyoruz.
Göksel Baktagir için sanat nedir? Şu ana kadar çıkarmış olduğu oldukça güzel çalışmaları “ Hayal Gibi, Furtuna, Yıllar Sonrası” gibi albümleri var. Şu an ise yeni çıkardığınız bir albümünüz mevcut, bu albümle alâkalı bilgiler alabilir miyiz sizden?
Sanat, bana göre bir estetik değerler bütünü. O estetik değerler olmazsa sanattan bahsetmek biraz zor olur, diye düşünüyorum. Çünkü git gide incelen, rafine hale gelen bir estetik yapıdan bahsediyoruz. Dolayısıyla aslında o estetik değerler, biz onları kendi kalbimizle yoğurduğumuzda bir anlam kazanıyor. Ben müzik sanatının peşinde olduğum için sesleri ifade eden notaların ardındaki derinliği yakalamaya çalışıyorum. Her şeyde olduğu gibi bu manada da bizim kılavuzumuz yüce Yaradan’dır. Bizler Yaradan’ın bize açmış olduğu kapıdan girmeye ve orada yol almaya çalışıyoruz. Biliyorsunuz eskiden beste yapanlara bestekâr denilmiyor; iz bırakan, tesir eden anlamına gelen müessir adı veriliyor, bestelenen eserlere de tasnif deniliyormuş. Bunun manası oldukça derin ve aslında kâinatta her şey hazır. Şayet sizde bu anlamda bir vasıf varsa o alanda Yaradan’ın o sınırsız hazinesinden tasnifler yapmış oluyorsunuz. Burada çok derin bir alan ortaya çıkmış oluyor, siz de kendi kabınız ölçüsünde bunu yapabiliyorsunuz. Şayet ürettikleriniz hâlâ kendi kişisel egolarınızı barındırıyorsa o zaman zaten kabın içerisinde biriken şeyler günübirlik şeylerden öteye geçemiyor.
Mertebe atlamak yerine aynı eksen üzerinde dönmek mi oluyor daha sonrası?
Evet, maalesef ki gelişme olmuyor ve yerinde saymak oluyor açıkçası bana göre. Çünkü sınırsızlıklar ilmî olarak tarif edilen ve çok güçlü bir tanımlama alanı olan musıkîyi okyanusa benzetiyorum ben.
Türk Musıkîsi gibi bir derya müzikten bahsedecek olursak eğer makamsal renkliliği, ritim zenginliği ve formlar… bunların hepsini bir arada düşündüğünüzde o okyanus içerisindeki en nadide hazineleri keşfetmiş olarak görüyorum ben.
Dönemimizde musıkî sanatı adına pek de hoş olmayan icralara şahit oluyoruz. Bunlardan nasıl arınabiliriz?
Yanlış yahut hatalı bir şekilde kullanıldığı zaman insanların ruhunu, maneviyatını yok edebilecek, onlara ciddî anlamda olumsuzluklar verebilecek kadar güçlü bir potansiyel enerjiye sahiptir aslında müzik. Dolayısıyla biz, nitelikten bahsetmek durumundayız. Nitelikli bir müzik türünün peşinde olan bir insan kalbini iyi dinlediği takdirde ruhuna iyi gelebilecek kalbi sesleri mutlaka keşfedecektir, diye düşünüyorum. Musıkî sanat anlamında icra edildiği zaman etrafıyla birlikte tam manasıyla bir gül bahçesine dönüşüyor. Ben bir sanatkâr olarak ona olan saygım nedeniyle kanun sazını sanatsal anlamda hak ettiği yerlerde icra etmeliyim, onunla gönül olarak bütünleşmeliyim. İcra ettiğim müzik türü de bana bu anlamda başka kapılar aralamaz zaten. Bu noktada aslında dinleyicinin de oldukça seçici olması gerekiyor. Bu da bir süreçtir tabiî ki. Müziğin birçok çeşidi olduğu gibi eğlence amacı için yapılanı da vardır. Lâkin siz onu sadece bir eğlence unsuru olarak işlerseniz sadece kulaklarınızda tatlı bir çağrışım yapar ve kalbinize hiçbir şey ulaşmaz.
“Hayal Gibi Ezgiler - Kalbi Coşku” adıyla çıkarmış olduğunuz yeni albümünüzden biraz bahsedebilir miyiz?
“Kalb-i Coşku” benim son enstrümantal albüm çalışmamdır. İçimizdeki coşkunun merkezi olan kalbimize yolculuk yapmaktı niyetimiz aslında. Uzun yıllar önce benim yaptığım çalışmalara ilgi gösteren, yakınlık duyan Arap ülkelerinden bizi ilk olarak dâvet ettikleri zaman çok kıymetli sanatkârlarımızdan rahmetli Halil Karaduman Ağabeyim, uzun yıllar o bölgelerde sanatını icra ettiği için bana şunu söylemişti: “Gökselciğim, oralara gitmelisin. Orada senin yaptığın besteleri gençler çalıyor, senin yaptığın müziği çok beğeniyorlar.” Oradaki konservatuarlarda bir öğrenci, diplomasını almadan önce kırk beş dakikalık uzun bir süre eşlik enstrümanıyla resital veriyor. İcra etmek zorunda oldukları eserleri incelediğim zaman arasında benim bestelerimin de olduğunu gördüm. Bu, beni inanılmaz bir şekilde etkilemişti. Türk Musıkîsine çok derin hizmetleri olan, mihenk taşı olarak gördüğümüz Tanburi Cemil Bey gibi çok usta bir sanatkâr nasıl ki o dönemde Arap dünyasını da çok etkiledi ve hâlâ Tanburi Cemil Bey’in peşrevleri icra ediliyorsa ben de bu topraklarda yetişen bir icracı olarak kendi sınırlarının dışında başka ülkelerde ve Arap ülkelerinde ortak bir kültürün yansıması olan saz müziğine olan alâka muhabbet beni çok derin etkiledi. Dolayısıyla o renklere bürünmüş olan, daha oryantal tınılarda seyreden, coşkulu bir albüm yaptık. İçimizdeki o neşeyi ifade etmeye çalıştık. Ama tabiî ki toplumsal yapımızla da bağdaşan, bize yakışan, bizi daha derinleştiren, olgunlaştıran, diğer yönümüz olan hüzün de hakim içinde.
Biz neden musıkî ve sanat anlamında kendi eserlerimizden ve müziğimizden bu kadar uzak kaldık? Onlar ise kendi kültürlerine, müziklerine ve hatta bize ait kültüre de nasıl bu denli sahip çıkıyorlar?
En önemli şeylerden biridir bir ülkenin kültürü ve biz kültürleri bir ilmeğe benzetirsek eğer, bu ilmekler arasında musıkîmiz de aslında çok önemli bir yer ifade eder. Bize miras bırakılan o derya kültürün eserlerindeki güzelliğini, icracıları olarak her zaman içimizde hissediyoruz. Bu kültürden uzaklaştığınız vakit, onun sırrını çözmeniz de asla mümkün değildir. “Hafif olan şeyler suyun üstündedir” demiş Çinliler, Hz. Mevlânâ’nın o özlü sözünün bir yakın modeli olarak. Yıllardır istisnaların dışında hep hafif olan şeyleri görüyoruz, çünkü yüzeyde olan şeyler çok daha çabuk görülür. Bizim daha şuurlu dönemlerimizde sanatın bütün incelikleri aslında bir potada erimek misali, çok daha farkındalık oluşturacak şekilde işlenirmiş. O incelikli alan ise, zahmet ve işçilik ister. Dolayısıyla öyle bir mutfaktan yetişen insan da kalben ve donanım olarak çok daha ince bir ruha sahip olarak ortaya çıkıyor. Ben yine de karanlık bir senaryo olarak bunu aksettirmek istemiyorum ve hep umutla bakıyorum.
Bu anlamda daha bir bilinçlendik mi genç nesil olarak? Daha bir uyanmaya ve kendimize ait olana sahip çıkmaya mı başladık?
Kesinlikle, ben kendi yaşadığım, içinde olduğum ortamda da bunu görüyorum. Bir de bazen tamamen şekilci mantıkla önyargı ile davrandığımız zamanlar da oluyor. Hiç unutmuyorum; bir etkinliğe konuk sanatçı olarak katılmıştım. Hippi görünümünde, pejmürde kıyafetli, saç baş birbirine karışmış, gencecik bir çocuk arada beni gördü; “Hocam sizin şu meltem saz semainizi bir çalsanız da dinlesek” dedi. Makamsal olan o saz semaisi formunda bestelediğimiz eseri ilk planda baktığınızda o gençten duyunca şaşırıyorsunuz tabiî.
Sanatın en güzel yönü de o ayrıştırmalardan, sen-ben ve ötekileştirmelerden uzak olup insanları bütünleşmeye ve birleşmeye çağıran bir güzellik olması belki de.
Kesinlikle öyle. Topluma yön veren kişilerdir sanatkârlar. İyi insan olmak için gayret ederler ve ayrıştırıcı bir şeyin peşinde değillerdir. Bizim söylememiz sanatımızla ve sanatımız adına olmalı. Çünkü benim yaptığım müzik herhangi bir kitleyi hedefleyerek yapılan bir müzik olsaydı eğer elbette ki yanlı olurdu ve ben o zaman müziği alet ediyor olurdum. Dolayısıyla bütün evrenin içerisinde kalbi o tınılara yakın olabilecek kim olursa olsun dini, dili, ırkı ne olursa olsun müziğimizde sanatımızda kendinden bir şey görebiliyorsa o hissiyata açıksa ben de bunu paylaşabiliyorsam, işte o vakit en mutlu insan benim diye düşünüyorum. Toplumun içerisinde hepimizi birleştiren güzel değerler ile zenginleşirsek eğer hiçbir ayrım olmaz. Şu anda aklıma kıssadan hisse bir hikâye geldi. Çok hoşuma gittiği için sizlerle paylaşmak isterim:
Bir kral çok saygı duyduğu bir bilge kişiyi ziyarete gidiyor ve ziyareti esnasında ona altın işlemeli bir makas hediye ediyor. Fakat bakıyor ki o bilge bu durumdan hiç hoşnut değil, ayrıca yüzü de gülmüyor. Kral da bunu fark edince hem üzülüyor, hem de soruyor: “Efendim, hediyemi beğenmediniz mi?”
“Keşke makas yerine iğne getirseydiniz. Çünkü makas her şeyi ikiye böler, ayrıştırır; oysa iğne toparlayıcıdır “ der.
Albümün yanı sıra başka projeleriniz, çalışmalarınız var mı?
Çok heyecan duyarak yaklaşık üç yıldır çalışmalarına devam ettiğim güçlü bir proje var. İcra ettiğim kanun, bizim musıkîmizin nadide enstrümanlarından bir tanesi ve temel eğitim aracı olarak da kullanılmaya en uygun enstrüman. Bu nedenle kanun yapımcısı olan saygıdeğer İdris Erdem Ağabeyim ile birlikte ilköğretim okullarında temel bir müzik eğitim aracı olarak mini kanun projesini başlattık. Şu ana kadarki çalışmalarımız oldukça olumlu yönde seyrediyor.
Mini kanun onların yapısına uygun olarak modifiye edilmiş hali ile ve daha az mandal sistemiyle çocuklarımıza sunulacak. Bugüne kadar standardizasyon dediğimiz seri üretim teknolojisine uygun olarak yapılmadı bizim enstrümanlarımız. Böyle bir teknolojiyle biz bu sazları imal edersek eğer, o zaman bu sazların fiyatı ekonomik olarak daha da düşecek ve insanların talebi, ulaşabilirliği artacaktır. Aslında biz, kendi kültürümüzün güzelliklerini işleme noktasında bu referans enstrümanı, artık hayatımıza katmış olacağız, mini kanun projesi ile. Benim eşim yirmi küsur yıldır bir devlet okulunda müzik öğretmenliği yapıyor. Bizim müfredatımızda olan “tren gelir hoş gelir” ezgisi makamsal müziğimizin aralıklarıyla olan bir ezgidir. Bunu hiçbir zaman için blok flüt, org ve melodika ile tam manasıyla icra edemezsiniz. Müfredatımızda Batı ezgileri de Türk Müziği ezgileri de vardır dolayısıyla bu çocuk temelde o sesleri duymak durumundadır.
Bizim çizgi filmlerimiz dahi derin kültürümüzün yansımalarından örneklerle yapılmalı. Düne nazaran bugün tabiî ki ciddî bir çaba var, bir emek var, ama yine hâlâ emekleme döneminde olduğumuz yerler var. Bunu düşünerek bütün kültürel yapımızı aslında her alana taşırsak her yönden olduğu gibi sanat yönünden de çok daha iyi bir hale geleceğimiz muhakkaktır.
Melek Şafak