Pazartesi günkü ‘Bu da yeni çıktı!’ yazımız, okuyucularımızdan büyük ilgi gördü. Farklı farklı şehirden onlarca ağabey ve kardeşimiz bizzat telefonlarla, maillerle tebriklerini ilettiler ve duâ ettiler.
Ortak mesaj, şahs-ı maneviyi güçlendirmekti.
Yazı, ‘samimî olmaya bir çağrı’ anlamı ihtiva ediyordu.
Gelen mesajlar da, ‘samimiyet’ ihtiyacını seslendiriyordu.
Doğrusu da bu değil mi? ‘Samimiyet’ bir mü’min vasfı, mü’minde samimiyetsiz tavır ve tutumlar ciddî manada sırıtıyor.
Şunu da ifade etmek gerekir ki, pek çok pozitif hususiyeti olan gayretli, hamiyetli hizmet eden arkadaşlarımız var, ama ‘samimiyet’, ‘sadâkat’, ‘uhuvvet’ gibi sacayağının biri olmadığında bütün o güzel vasıflar anlamını yitirmiş oluyor.
Biliyorsunuz, sadece ‘ihlâs’ın olmaması durumunda ‘bütün yapılan amellerin batıl olması’ kaçınılmaz oluyor ve yine bütün kardeşlerin hak ve hukuku çiğnenmiş ve o ibadetleri de istihfaf ve tezyif anlamı ortaya çıkıyor.
Ee yani şimdi, Nurlardan istifade etmiş bir kardeşimize böyle bir hukuk tanımazlık, böyle bir okudukları ile yaşadıkları çelişen tutum yakışır mı?
Bir şeyi daha belirtmekte fayda var. Kimse yazılan cümlelerimizi oraya buraya çekmesin. Yazılarımızdaki bütün cümlelerimiz, bütün kelimelerimiz hak ve hakikatin tarafıdır, şahs-ı manevî tarafıdır. Hak kimde, nerede olursa olsun onun seslendirilmesidir. Çünkü elimizdeki Nurlar bize bunu öğretiyor. Önümüzdeki asrın müceddidi bize bunu ameli bir tarzda gösteriyor.
Kur’ân’ı anlamak için Peygamberimizi (asm), Peygamberimizi (asm) anlamak için de bu asırda varisi olan âlim Bediüzzaman’ı anlamak gerekiyor. Tabiîdir ki onu anlamak için de içtimaî, sosyal ve siyasî meşguliyetlerde kendisinin adeta sır kâtibi olan, veziri olan Zübeyir Gündüzalp’i anlamak gerekiyor.
Yoksa ne olur?
İşte o zaman yarım yamalak hizmet tarzları ortaya çıkar.
Yeri gelir, ihtilâlcilerle işbirliği içinde hizmetler yapılmaya kalkılır.
Yeri gelir, Risale-i Nurların hukuku, siyasî bir takım endişelerle çiğnenmeye kalkılır.
Yeri gelir, şahs-ı manevî etrafında değil, kişiler etrafında hizmetler teşekkül ettirilmeye çalışılır.
Yeri gelir, cemaat içerisindeki bazı kişileri, bazı uygulamaları bahane ederek, şahs-ı manevinin teşekkül yeri olan ‘umum meşverete’ eleştiriler başlar.
Yeri gelir, kişiler etrafında korku damarı kullanılır, tama, makam düşkünlüğü, şöhret hükmeder.
Ehh artık bunun da sonu yok. İnsan bir yerden bozulmaya görsün, artık ardı arkası kesilmiyor. Neredeyse meleği şeytan görmeye başlıyor.
Emin olun, böyle bir hastalıktan sonra insanın vicdanı rahatsız olsa da, aklına, kalbine, vicdanına rağmen adım atmaklar zorlaşıyor. Çünkü nefis, vehim ve heva öyle bir hükmediyor ki, ‘kör hissiyat’ insanda hakim oluyor.
Belki asıl korkulması gereken de budur.
Siz hangi bir ağabeyin hayatında, şahs-ı maneviye karşı bir yanlış adımda, yanlış bir kararda, ‘Kardeşlerim hepinizden özür dilerim. Ben bir yanlışın içinde olduğumu fark ettim.’ dediğini duyup, geri adım attığını gördünüz.
Onun için şahıstan ziyade, cemaatin şahs-ı manevisinden teşekkül eden bir heyetin teşekkülüne, o ruhun hükmetmesine, onun varsa arızalarının giderilmesine bütün gücümüzle insafla, hakkaniyetle çalışmamız lâzımdır.
Elekler gün geçtikçe daha bir sıklaşıyor. Ciddî imtihanlardan geçiyoruz. Böyle bir vasatta bizi muhafaza edecek olan, Rabbimizin inayetiyle, himayetiyle şahs-ı manevinin duâlarıdır. Bu varsa, orada oluşabilecek problemler de zaman içinde giderilecektir.
İmtihanı biz yapmıyoruz. Soruların cevap sürelerini biz belirlemiyoruz. Onun için de sonucu biz belirlemeye kalkmayalım. Biz, imtihan oluyoruz.