Demek kelâm-ı kadîmin de, manalarının anlaşılabilmesi en son kıyamet asrında “rüşd” mesajını vermesi gerekir. O da, ancak Mehdi’yle ve onun eserleriyle olur.
Onun anlaşılması için de; olaylar, icraatlar olmalı ve bunlar da, ebced ve cifirle tespit ve ispat edilmelidir.
Yani bu mesele; öyle sun’î, âfâkî, zorlama iddialarla ve tekellüflü te’villerle ve hamasî nutuklarla kapatılacak kadar basit bir hadise değildir. Bu çok büyük felaketlerle, zaruretlerle ve icraatlarla tezahür eder. Mesela; biri çıkar İslamî bütün birikimleri, başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere şeairleri, moral değerleri bir çırpıda yok etmek için, Kur’an aleyhinde icraatlar yapar ve mehasinleri ve medar-ı iftiharlarımızı yasak etmeye kalkarsa; ona mukabil ulema, üdeba ve meşayıhin sustuğu devirde bir İslam alimi çıkar ve bu tuzakları yazdığı eserlerle bozar biiznillah. Onun tuzaklarına mukabil bütün yasakları dele dele, iki bin civarında mahkemenin beraat kararıyla dinin rüşdünü ispat eden eserler neşrederse... Allah da, ona mükâfaten vehbî ilimle birlikte İslamî itikadın ve anlayışın “rüşd” tamamlama görevini verirse bu mesele tamam olmuş demek değil midir? Şimdi asıl mesele; böyle bir olayın olup olmaması, yaşanıp yaşanmamış olmasıdır.
Bediüzzaman, Kur’an-ı Azimüşşan’ın bu “rüşd” kelimesinin geçtiği ayet-i kerimeyi Şualar isimli eserinin 11. Şua’ında şöyle tefsir, izah ve te’vil eder: “Bu ayetler her asra baktığı gibi, mana-yı işarî ile bizimle de konuşuyor kanaatim geldi. Evet evvelâ; başta ‘Dinde zorlama yoktur; doğruluk sapıklıktan, îman küfürden iyice ayrılmıştır.’ (Bakara Sûresi, 256) cümlesi makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üç yüz elli [H: 1350, M: 1932] tarihine parmak basar ve mana-yı işarî ile der: Gerçi o tarihte, dini dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silahla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükümet ‘laik cumhuriyete’ döner. Fakat ona mukabil manevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıcıyla olacak. Çünkü dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikati gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kur’an’dan çıkacak diye haber verip, bir lem’a-i i’caz gösterir.”
Buradan, Risale-i Nur’un o en anormal şartlarda Kur’an’dan çıkan bir nur olarak, “dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikati gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip, tebyin ve tebeyyün” ederek küfrün belini kırdığı anlaşılır. Aynı zamanda dinde zorlama gibi iddiaları tekzip ederek; onların birer bühtandan ibaret olduğunu isbat ettiği, bu asrın en câlib-i dikkat, harika hadisesidir. Ve bütün bunlar, ebced, cifir ve riyazî beyanların da, bu asrın hadiseleri de yaşanmış olmasıyla anlaşılmıştır. İşte bunların hepsi bir rüşdün ispatıdır. Demek âlemi aciz bırakan o nur, Kur’an-ı Kerim’in rüşdünü; bilumum ateizm, deizm olarak ne kadar “izm” varsa hepsinin aczini ispat ederek ortaya koymuş ve “Ey Asya münafıkları ve Avrupa kâfirleri!” diye ilan edip bir de başa çıkmış ve “zamanın dehası, harikası, eşsiz güzeli” gibi anlamlara gelen “Bediüzzaman” unvanını da bihakkın almıştır.
Fakat her şeye rağmen “Teselliden nasibim yok, hazan ağlar baharımda” durumuna düşenler, kendi hesabını kendileri yapıp; “Acaba hangi niyetimizle ve amelimizle kadere bu fetvayı verdirdik ki, bu hacalete ve rezalete düştük?” diye muhasebelerini yapmaları lazım ve zarurîdir.