Şeriat; genel bir telakkî ile: “Allah (cc) tarafından insanların dünya ve ahiret saadetlerini temin için gönderilen hükümler bütünü ve kanunlar manzumesidir.” Diğer bir ifadeyle Şeriat’a; “değişmeyen kanunların ve kuralların tamamı” da denilebilir.
Fakat bu değişmezlik, bazılarının zannettiği gibi katılıktan değil; bilakis fıtrîlikten, hakikatin ta kendisi olmaktan, gerçeğin ta özü, etrafını câmi ve ağyârını mani olup külliyet kesbetmiş olmaktandır. Zaten hukukun asıl prensibi de, tükenmezlik kabiliyetine sahip olmasıdır. Bu da, ancak Fâtır-ı Hakîm’in hikmetli işleriyle mümkündür. Yoksa beşerin idraki ve muhakemesi buna yetmez. Yani insan dar ufkuyla geleceği göremediği için hissî ve indî kanunlar çıkarır; o kanunlar da kısa zamanda demode olur. Bizim ihtilâlcilerin yaptıkları gibi her on senede bir –ki onlar bir zamanlar güdümlü ihtilâllerle millete hayatı zindan ve zehir ederlerdi– hayatı bir nevi yazboz tahtasına çevirirler.
Bediüzzaman ise bu vahameti: “Ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâm’a büyük bir cinayettir ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir.” (Hutbe-i Şamiye) demekle, tâ 1911’de ilan etmiştir. İsterseniz bu vakıanın kronolojisini takip edelim. Bu macera, Yezid’le başlamış, Kanunî’nin Avrupa’dan aldığı kanunlarla devam etmiş, periyodik olarak İslâm ülkeleri geriledikçe, olmadı II. Mahmud’un ıslahatları, olmadı Tanzimat Fermanı, yine olmadı Islahat Fermanı ve en sonunda İttihat-Terakkî ile iyice dibe vurmuştur ve böylece kıyamet alâmetlerinin de dehşetli neticeleri ortaya çıkmıştır.
Bunun sebebi Şeriat’tan değil, müçtehid ulemanın zamanın şartlarına göre içtihadlar ortaya koyamamalarındandır. Zira Bediüzzaman: “Asırlara göre şeriatlar değişir.” ve “Her asırda birer meta mergub olup revaç buluyor” demiş. Bu da Kur’ân-ı Kerim’in her asırda yeni iniyormuş gibi olduğunun ispatıdır ve müçtehidlere vazife düştüğünü ifade eder. Yani İslâm; bu boşluğu doldurmak için içtihad müessesesini de ihdas etmiştir.
Mehmet Akif’in “Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı/ Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı.” beytiyle ifade ettiği ideali tahakkuk ettirmek Bediüzzaman’a müyesser olmuştur. (Tarihçe-i Hayatı, s. 177)
Şeriat’ın Bediüzzaman’a göre çok daha ideal ve umumî tanımları da vardır ve bunların bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
Bu iddiamızı te’yiden Üstadın bizzat, Divan-ı Harb-i Örfî’de, “Dedim ki” diye başlayan bazı ifadelerini nakledelim:
“Ben talebeyim, onun için her şeyi mizan-ı şeriatla muvazene ediyorum. (...)
Bidayetlerde herkesten sual olunduğu gibi, Divan-ı Harp’te bana da sual ettiler:
‘Sen de şeriat istemişsin?’
Dedim: ‘Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım! Zira şeriat sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil.’ (...)
“Tâ ki, meşrutiyeti lekeden ve ehl-i Şeriat’ı me’yusiyetten ve ehl-i asrı tarih nazarında cehil ve cünundan ve hakikatı evham ve şüpheden kurtarayım” demek suretiyle Şeriat adına cihana meydan okumuş, fakat akıllanmaya niyeti olmayanlar onu cünunla itham etmişlerdir.
Yine Üstad: “Mütehakkimâne istibdadın Şeriat’la bir münasebetinin olmadığını beyan ettim. Şöyle ki: ‘Seyyidü’l-kavmi hâdimühüm [Kavmin efendisi onlara hizmet edendir.]’ hadisin sırrıyla, Şeriat âleme gelmiş; ta istibdadı ve zalimâne tahakkümü mahvetsin.” demiştir.
Yine Üstad: “Asıl, Şeriat’ın meslek-i hakikîsi, hakikat-i meşrutiyet-i meşruadır. Demek meşrutiyeti delâil-i şer’iye ile kabul ettim. Başka medeniyetçiler gibi, taklidî ve hilâf-ı Şeriat telakkî etmedim ve Şeriat’ı rüşvet vermedim. Ve ulema ve Şeriat’ı Avrupa’nın zünun-u fasidesinden istidadıma göre kurtarmaya çalıştığımdan, cinayet(!) ettim ki, bu tarz muamelenizi gördüm.” (Divan-ı Harb-i Örfî) demek suretiyle Şeriat’ın insanın dem ve damarlarında yaşanması gerektiğini, onsuz İslâmî hayat olmayacağını çok açık, hem de sadece kavlen değil, fiilen de en zor şartlarda dahi Şeriat’ın yaşanılırlığını ispat ederek hayatını imanına şahit kılmıştır.
Bediüzzaman Şeriat’a öyle geniş bir bakış zaviyesi getirmiş ki; bir çiçeğin açması da şeriattır, karıncaya basılmaması da şeriattır. Yani din bir şeriat olduğu gibi fen dahi bir şeriattır. Çünkü fen, kavânîn-i kevniyenin tesbitinden ibarettir. Evet madem Şeriat, “Allah (cc) kanunudur”, doğrusu da budur.