Siyasetin çok renk ve çeşitliliği, genellikle olayları kişiler adedince farklı şekillerde gösterir. Herkes aynasına bakarak hayatı yorumlar ve olayları tahlil eder.
Bu Mart’ın, bundan beş sene önceki 30 Mart´tan daha hoş ve ferahlı bir havada geçtiğinden hemen herkes müttefik gibi... Her şeyden önce; Ordu’nun fındığından, Malatya’nın dut ve kaysısına kadar, ülkenin dörtte üçünde meyve ağaçlarının “dona durduğu“ bir iklim değişikliği yaşamadığımızdan, mutluyuz. Sonra, birçok zevzeğin mütemadiyen propagandasını yaptığı “kaos-çatışma“ veya bir başka anarşiye toplumumuz prim vermediği için, milletimize müteşekkiriz. Fakat her şeyden önce; bazı demokrasi karşıtlarının “Türkiye’de demokrasi dirilmemek üzere ölmüştür“ diye helvasını dağıttıkları bir zamanda; demokrasimizin de baharı müjdeleyen ağaçlarımızla birlikte “çiçeklendiğini” görmüş olduk.
Türkiye’de demokrasi yoktur, ifademiz; bir bütün olarak kurum ve kurallarını kasteden bir hükümdür. 12 Eylül 1980 Anayasası ve cuntacılarının “bin sene devam edeceğini“ iddia ettikleri bütün uygulamalara rağmen demokrasimizin köklerinde ve hatta dallarındaki canlılığı, şu 31 Mart mahallî seçimleri göstermiştir. Mevsim bahar olduğuna ve sıcaklar da giderek artacağına göre; “Türkiye’nin demokratik yürüyüşünü” durdurmanın ancak bir “dış müdahalenin” yardımıyla gerçekleşebileceğini, tecrübeliler bilirler ki dış âlemdeki önemli “müdahaleci aktörlerin” halleri, şimdilik bize fazlaca zaman ayıracak durumda değiller gibi. Kader neconların başına bir Trump musallat etmiş. Neoliberaller ise; esas kimlikleri sol ve görünürde “milliyetçi sağ“ geçinen Batılılarca her gün yeni bir dayak yiyorlar... Küresellik maskesi arkasında neoliberal Marksistlerin, yarım asra yakındır insanlığa karşı işledikleri günahlar bir bir ortaya çıktıkça; her gün yeni bir “lânet furyası“ yükseliyor Avrupa üzerinden, dünyaya... Yani 31 Mart mahallî seçimleri Türkiye insanına ümit ve demokrasimize nefes aldırmıştır.
Bu seçimle milletimiz “değişimin“, kırk senelik karanlıklı neoliberalizm dönemine rağmen mümkün olduğuna inanmıştır. Fakat buradaki en büyük problem; 12 Eylül 1980’lere dönüş tehlikesi… Zira, hâlâ arşivlerdeki yönetmelikler, kanunlar ve yasalar o zamanları gösteriyor. Bilimsel olarak Demirel ve hatta Ecevit dönemlerinin, demokratikleşme çerçevesinde arandığı bir aralığı yaşıyoruz. Eski dönemin demokrasi çerçeveleri, kanunları ve kapları neoliberallerce; “yenilik ve hürriyet!“ adına yakılmış ve yıkılmış. Gel gör ki bir tek mesele de, kalıcı ve milletin üzerinde uzlaştığı bir prensip konulmamış... Yalnızca anayasayı kastetmiyoruz. Hemen hemen bütün yönetim başlıklarında; ne demokrasi ve ne de tam manasıyla “diktatörlük“ diyemeyeceğimiz çok acayip bir ”kaos ara” oluştu, bu sürede... Suçu yalnızca Özal ve Erdoğan’a yüklememiz de hakikati ortaya çıkarmayacağı bir hakikat... Neoliberallerin ekonomik ve tarım programları kırk seneye yakındır uygulanınca, Şubat ayındaki soğan ve patatesin fiyatları “salatalığı” çoktan geçmiş oldu. Fakat; hem 12 Eylül’cülere rehberlik eden Türk İslâmcı ANAP ve hem de demokrasiyi yirmi seneye yakındır tahrip ederek durduran AKP’nin en büyük günahlarının; Türkiye Demokrasisine ihanet olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Her iki oluşumun (ANAP ve AKP) kudretli zamanlarını düşününüz. Bedrettin Dalan’ı “buldozer“ gibi Haliç’e sokan siyasî irade neler yapmazdı ki... Ya AKP... Ülkenin kaderinin yalnızca –görünürde– Reis-i Cumhur’un iki dudağı arasında sıkıştığı bir Türkiye’nin neden Anayasayı değiştirmediğini, neden Avrupa Birliği’ne tam üye olmadığını, neden Doğu’yu fabrikalarla ve otobanlarda süslemediğini ve neden Türk tarımını Kenya’nın da gerisine düşürdüğünü ve nihayet dünya güzeli İstanbul’u neden “yaşanmaz bir şehir” haline getirdiğini, bundan sonraki nesiller hep sorarak yaşayacaklardır.
Fakat yakın geçmişimizdeki bütün olumsuzluklara rağmen, 31 Mart’tan sonra ümitlendiğimizi söyleyebiliriz. Ümitlerimiz partilerin veya başkanların el değiştirmesiyle asla alâkalı değil... Milletin “demokrasiye“ olan ihtiyacını hissetmesi ve bunu başarabileceğine olan imanını tazelemesi burada esas olarak görülmeli.
DEMOKRASİ İRADESİ ÖNE GEÇTİ…
Kişilerin “fert“ olarak yönetimlerde başarılı olacağı fikri, artık tarihe karışmıştır. Şahıslar, doğru sistemler sayesinde büyük başarılar elde ediyorlar. İstanbul’u, İzmir ve Ankara’yı yönetmek için “deha” olmaya gerek var mı? Toplum siyasî değişimler için dehaların, karizmatik şahısların ve “herküllerin” peşinde koşmamalı. Cemiyete “doğru demokrasiyi” anlatabileceğimiz ve sistemimizi de buna göre düzenlediğimiz takdirde; sıradan insanların da bu işleri yapabileceklerine şahit olacağız. Tıpkı İskandinavya demokrasilerinde olduğu gibi... Halbuki bizim dinimizde her bir insana “mükemmel demokrat idareci“ mânâsına gelen “halife“ ünvanı verilmiş. Fakat dışarıda neoliberaller ve neoconlar, içeride ise onlara dayanarak iş tutan Kemalistler, Türk Milletini o denli boş şeylerle uğraştırdılar ki… Şu küçük hakikati bile öğrenene kadar yarım asır geçti. İnsana değer vermeyen, insanı merkeze almayan ve insanî değerleri öncelemeyen müstebit anlayışların demokrasiyi anlaması o kadar zor ki… Alternatif hikâyeleri, istikrar ve devamlılık kandırmacaları, ülkenin bekası masalları ve nihayet “bir şahsın ve gurubun menfaatini” merkeze alarak milliyetperverlik nutukları tamamen milleti kandırmaya yönelik hazırlanmış “reklâm programlarıymış!”
Evet, 31 Mart mahallî seçimleri demokrasimizin üzerine neoliberal-neocon ittifakının gerdiği “kara örtüleri,” uçurdu kanaatindeyim. İşte şimdi “demokrasi zamanı”… Çalışıp ahalimize göstermek zorundayız…