Ayasofya’nın uğradığı musîbetin, bin seneden bu yana Kur’ân’a hizmetkâr Türk milletinin başına gelen felâketten bir parça olduğunu, yeni nesillere anlatırken; 1923 ila 1937 seneleri arasında vuku bulan Kur’ân‘ın yasaklanması, camilerin kapatılması veya maksatlarının dışında kullanılmaları, tekye zaviyelerin kapatılması ve Osmanlı’dan devraldığımız demokratik haklarımızın “Sovyetler Birliğinde” olduğu gibi topyekûn rafa kaldırıldığını da inceden inceye anlatmamız gerekiyor.
M. Kemal’in başında bulunduğu tek adam rejiminin gerçekleştirdiği devrimlerin millet nezdinde kabul görmediğini, merhum Süleyman Demirel’in üslûbuyla anlatmamız, millet olarak önümüzdeki engellerin kaldırılmasında bize yararı olur, kanaatindeyim. Bir kamyoncunun arkasında arabamızla giderken, kasasının ardına astırdığı levha çok hoşuma gitmişti: ”YANLIŞ ÜSLÛP DOĞRU FİKİRLERİN KATİLİDİR…” Mevcut hükümetin en büyük kusurlarının başında, yanlış üslûpların geldiğini Avrupa’daki dostlarımız da söylüyorlar. Merhum Demirel, Atatürk ve İnkılâplarının referanduma götürülmesini isterken, bugünkü gibi yeraltındaki haşarata varıncaya kadar bütün zararlıları uyandırmamıştı. Fakat mevcut hükümetten on kat fazla dine ve millete hizmet ettiğini isbata hazırız.
Baskın bir karar ile Ayasofya’nın açılmasını sağlayanların hallerindeki tenakuzu, herkes gibi biz de merak etmişiz. Bir sene önce teklif edenleri ihanetle suçlayanlardaki değişime dair merakımızı, düşüncelerimizi ve tahlillerimizi sizlerle paylaşmadan önce, şu hakikati teslim edelim. Milletimizin kahir ekseriyetinin alkışladığı “Ulu Mabedin” aslına döndürülmesi hizmetinde emeği geçen herkesi canı gönülden tebrik ediyoruz. Fakat, Ayasofya meselesinde milletin nazarından kaçırılan hakikatleri, tarihi gerçeklerin üzerine gerilen örtüleri ve Türkiye olarak kaçırdığımız fırsatları burada belirtmemize hiçbir fikrin mani olmaması gerektiği kanaatindeyim. Osmanlı’nın ve İttihadı İslâm’ın bir simgesi haline gelen Ayasofya’nın müzahrefat ve putlarla dolu bir müze haline getirilmesi, Osmanlı demokrasinin önderlerinden Said Nursî‘yi çok üzmüştür. Zira devlet erkân’ıyla bu kubbe altında bir araya gelmiş, önemli buluşmaları burada gerçekleştirmiş ve mübarek gün ve gecelerde ve onlarla devletin meselelerini burada konuşmuştu. Kendisini “son Osmanlı” olarak tanımlayan Bediüzzaman; meşihatın Kız Lisesi yapılmasına üzüldüğü gibi, Ayasofya’nın müzeye çevrilmesine de çok mahzun olmuştu Demokratlara Fethin sembolü olarak aslına icrasındaki ısrarının sebebi de bu olsa gerek. Said Nursî, M. Kemal ve arkadaşlarının yörüngesini bozduğu ülkenin, tekrar bin senelik mecrasına döndürülmesini Demokratlardan istemesinden daha fıtrî ne olabilirdi ki…
Nitekim Ezan-ı Muhammedi’nin (asm) aslına döndürülmesi, din eğitimine getirilen yasakların kalkmasına, şapka devriminin kısmî de olsa kalkmasına ve Kur’ân alfabesine getirilen yasakların kaldırılmasına yalnızca Said Nursî sevinmemişti… Türk Milletinin yüzde doksan beşi bu icraatları alkışlamışlardı. Demokratlar bu güzel işi de başarabilselerdi, elbette bunu da alkışlayacaktı.
Hükümetimizin Danıştay’ın kararına istinaden Ayasofya’yı açma iradesinden sonra medyada yazılan-çizilenleri okuyunca bir yönüyle hüzünlendim, diğer cihetten de endişelendim. Hüzünlendim, mesele direkt 1934 bakanlar kurulundan bu yana hiç ele alınmamış ve Demokratların bu çerçevede yaptıkları adeta inkâr edilmiş gibi yansıtılmıştı. Merhum Demirel’in 1980 Ağustos’unda muvaffak olduğu kısmî açılış, arşivlere ve şahitlere rağmen milletten kaçırılışının cehaletten olmadığını düşünüyorum.
Endişelendim, zira 12 Eylüle dolaylı desteğini esirgemeyen AKP’nin misyonunu devam ettirme ve Demokratlık düşmanlığındaki samimiyetini, bir kez daha ispat etmiş oluyor. Hem M. Kemal ve devrimlerini ve hem de 12 Eylül’ü tartışma zeminine getirmeden, seksen küsur senelik “inkılâplar” perdesinde millete karşı yapılan hataları örtmenin gayretini hissettim, şu açılış meselesinde.
AKP’nin Kemalizm’i devam ettirmede ve demokrasiyi milletten kaçırma hususundaki büyük gayretlerini önceki yazılarımızda da belirtmiştik. Bize göre, bu milletin başına, demokrasimize dışardan ve içerden ortaklaşa yapılmış 12 Eylül ihtilâlinin mahiyeti anlatılmadan ve anlaşılmadan, şu kargaşalardan kurtuluşumuz zor görünüyor. Hem Kemalist ilke-inkılâpları, hem millete karşı işlenmiş cinayetleri ve hem de çocuklarımızın ders kitaplarındaki “Atatürkçülükle” mevcut rejimin problemlerini dindarlık perdesine sarılarak kaçıran mevcut hükümetimiz, Ayasofya’nın açılışını kendi istikamet ve maksadına kullanıyor. Millet olarak bunca zulüm ve haksızlığın bitirilmesine sevinirken; hem demokrasimize katkısını, hem bin senelik tarihimize düşmanlık eden Kemalizm’in mahiyetinin anlaşılmasını ve hem de ümmet içindeki uhuvvetin pekişmesini, siyasî menfaatinden dolayı engelleyen AKP’ye önce teşekkürlerimizi ve sonra da tenkitlerimizi arz ediyoruz.
Tenkitlerimizin hem usûllere, hem üslûplara ve hem de bazı fiillere yönelik olduğunu elbette anladınız. Ayasofya’nın “millî beraberliğimizin bir sembolü” olduğunu meclis oylamasında müşahede etmemize rağmen bazı AKP’lilerin “dini tekelcilik ve tarafgirlik” üslûpları, herkesi incitecek seviyeye ulaştı. M. Kemal’i methederek faturayı yalnızca ikinci cumhurbaşkanına kesmenin mertlik ve Müslümanlığa sığmadığını bu ”siyasal İslâmcılara” kimin söylemesi gerektiğini merak ediyoruz.
Milletin ortak değerleri olan “millî ve manevî unsurları” siyasetlerinde kullananların hem millet ve vatana hem de dine çok büyük zarar verdiğini bu meselede bir kez daha yaşıyoruz. Neredeyse muhaliflerinin “Cuma namazına” dahi gitmemelerini arzu edecek kadar dine zararlı bir üslûbu, bu ülke artık kaldıramaz. Ülke politikası ve dış siyasette usûlsüz ve tahrip edici üslûplarla yapılan müsbet icraatlarına zaman içinde “vatan, millet ve İslâmiyet” noktalarında bize menfi döneceğinden endişe ettiğimizden, usûllere riayet kadar, doğru üslûba da dikkat edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.