Tarihin genellikle galiplerce yazıldığı, doğrudur. Fakat insanlığın yüzünü kızartacak yalan, iftira ve yanlışların yüz yıllar boyunca entrika ve desiselerle devam ettirilmesi, galiba 20. yüzyılın payına düştü. Zira medeniyetin harikaları, inkişaf eden hürriyetler ve buna bağlı olarak coğrafyaları ışıtan-ısıtan demokrasi güneşi, birçok hakikate menfez ve pencereler açacak gibi…
İskandinavyalı Anglosaksonların veya Vikinglerin savaşçı çocukları 8.yüzyılda İber’e henüz yeni yerleşmekte olan Endülüslülere saldırdıklarında; hayâl ve hayatlarında daha önce karşılaşmadıkları insanlarla savaşa tutuştuklarını hemen anlamışlardı. Belki de; Talas Irmağı kenarında Müslüman Araplara yenilen cengâver Türklerin halet-i ruhiyelerini, Malaga önlerinde bu defa Vikingler yaşayacaktılar. Hayret ve takdir duyguları içinde İngiltere üzerinden yurtlarına dönen bu ordulardaki İslâm sevgisini, hâlâ ecdadının kabirlerinden çıkan Kur’an ve Arapça yazılı kumaş parçalarından anlıyoruz. Burada ilginç görünen diğer bir nokta ise, tarihin barbar göstermeye çalıştıkları Vikinglerin Sicilya’yı Müslümanlardan geri aldıklarında, onlarla tam iki asır boyunca barış içinde yaşamaları… Hayatın İslâm’a göre dizayn olduğu Palermo’da Kuzeyli kral ve kraliçelerle İslâm medeniyet ve kültürü burada tam iki yüz sene devam edecekti.
İslâmiyet’in Kuzey Avrupa’yı, kıtanın sair köşelerinden çok önce ısıttığına-ışıttığına dair belgeleri Bediüzzaman görmüş müydü, bilemiyoruz. Yalnız; Kur’an’ın bu coğrafyada meydana getirdiği inkılabı, Avrupa’yı rehber edindiklerini iddia eden ve dört elleriyle istibdada sarılmış devlet partisinin genel sekreterine ölçü olarak verecekti. Devletin siyaseti sorumlularından Hilmi Uran’a yazdığı mektubunda; ”Bu asrın Kur’ân’a şiddet-i ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlandiya’dan geri kalmamak size elzemdir. Belki onlara ve onlar gibilere rehber olmak vazifenizdir.” (Emirdağ Lahikası, s.191) derken, Kur’an ile 8.yüzyıldan bu yana tanışmış bu çocukların tabi olma süreçlerinden bahsetmiyor. Ayrıca bu milletlerin okullarında Kur’an’a yüksek bir makam verdiklerini de yine Said Nursi bize haber veriyor. “Şimalin İsveç, Norveç, Finlandiya, Kur’ân’ı mekteplerinde en büyük halaskâr bir kitap olarak kabul ettikleri gibi…”(Emirdağ, s.210) Avrupa Aydınlanmasının diğer yolu Sicilya’dan karayolu ile Kuzey’e, kıtanın içlerine doğru uzayıp gitti. Balkanlar’ın bir kısmı (Boşnaklar ve bir kısım Arnavutlar) bu nur ile İslâm’ı bulacaklardı. Hem Palermo’dan ve hem de Kurtuba ve Granada gibi şehirlerden Fransa’ya, Batı İtalya’ya ve Orta Avrupa’ya aydınlanmanın ilk şavklarının, dokuzuncu yüzyıldan itibaren ulaştığında tarihçiler ittifak ediyorlar. Skolastik ve kısmen vahşi Avrupa’nın cehalet ve düşmanlıkla dolu karanlık dönemlerinde taassup içinde Endülüs Müslümanlarıyla yaptığı savaşları biliyoruz. 16. yüzyılın başlarında, Müslümanların kader ve geleneksel tarihin fetvasıyla Endülüs’ü terk ettiklerinde; İngiltere, Kuzey Avrupa sahil şehirleri ve İskandinavya gibi yerlerdeki halklar; Endülüs Medeniyeti’nin alt yapısındaki önemli unsurları şehirlerine çoktan taşımışlardı. Zaten o zamana kadar, başta Kurtuba olmak üzere, İber’deki bir çok dil okulunda, Kuzeyli çocuklar Arapçayı ve bilimsel düşüncenin altyapısını öğrenerek, başta İngiltere olmak üzere hem Orta Avrupa’ya ve hem de Kuzey şehirlerine taşımışlar ve orada tercüme okulları açmışlardı. Bu tercüme ve direkt İslâm alimlerinden öğrenilen ilim ve kitaplarla, yalnızca bir medeniyeti değil; İslâm’ın kaynakları olan Kur’an ve hadisi de Kuzey’e aktardıklarına şahit oluyoruz.
Bu düşmanlıkların üzerinden yüz sene geçip düşmanlıkların yerini kısmen akıl ve ilme bıraktığı dönemlerdeki Endülüs hayranlığından Avrupalı tarihçiler de bahsediyorlar. Mesela Edward Pococke ve P.M.Holt’un Londra Üniversitesinin Doğu ve Afrika Araştırmaları bülteninde verdikleri bilgiler, bize önemli ipuçları veriyor. The Study of Arabic Historians’ın “Seventeenth Century England: The Background and the Work of Edward Pococke” isimli çalışmada, 17.yüzyılda başta İngiltere olmak üzere, o dönemin bilhassa genç araştırmacıların Endülüs ve Sicilya kaynaklı eserlere, neredeyse moda olmuş ilgisinin detaylarını bize gösteriyor.
Endülüs’süz bir İngiltere’den bahsetmenin çok eksik kalacağı bir hakikattir. Sanayi, demokrasi ve siyasette o günün Avrupası’ndan bir adım önde olmasının yegane sebebinin üstadı olan Endülüs olduğunu ikrara, İngiliz’in nemrutkâr gurur ve enaniyeti maalesef müsaade etmiyor. Onları bu hale getiren “materyalist felsefeye” karşı, hakikati yazmak ve söylemek genellikle başka milletlere kalmış. İnşaallah Avrupa, Amerika ve Avustralya’daki Müslüman çocuklarımızın yardımıyla, Endülüs’ün üstatlığını tüm cihana belgeleriyle, kütüphanelerindeki envanterleriyle ve hakperest Avrupalı araştırmacılarının eserleriyle dünyaya anlatacağımız zamanların çok da uzakta olmadığını düşünüyorum. Berlin’den Şam-ı Şerife gelirken yolumuzun neden Endülüs’e uğradığını merak edenlere tekrar hatırlatırız. Endülüs Medeniyeti Şam-ı Şerifli olduğu kadar, İngiliz milleti ve dili de Kuzeylidir. Yani, Vikinglerin adayı ele geçirmelerinden sonra şu mevcut İngilizce’nin hayata girdiğini enaniyetli İngilizler saklamaya çalışıyorlar. Fakat hakikati bütün cihan duyacaktır. Avrupa’nın kendisiyle öğündüğü ve medeniyetlerinin pişdârı olanların hemen tamamı Endülüs’ün talebeleridir. Endülüs de Şam-ı Şerif’in… Biz ise; Roma’nın varisi olan İkinci Wilhelm’in açtığı ve Bediüzzaman’ın da genişlettiği Berlin-Şam hattını, istikbaldeki nesillerin sahip çıkacakları boyutta dünya efkâr-ı ammesine göstermek istiyoruz.